top of page
Henry Rollins
00:00 / 02:03

Backstage... When I first discovered that the most valid way to get rid of the weight of life was to enter a backstage and prepare for another life outside of your own life, that this was a miraculous and magical place, I realized that my main job was to be on stage. www.ekimmagden.com will offer you a multidisciplinary portfolio. Unless an actor is active in all branches of art, he/she will find it difficult to broaden the range of the character he/she has to create

Retro Televizyon Seti

SHORT BIO
Ekim was born lucky as the child of a journalist writer father and an English teacher mother. His family lived in Ankara
Thanks to a videotape rental shop he owned, he had the chance to watch all the productions of the period. In addition to movies
as well as the rich library in his home was another good fortune that accompanied him in his early life. When the Soviet Union collapsed
In the early 90s, his family moved from Ankara to Istanbul. He completed his primary school years at the Private Boğaziçi High School.
In 1997, he enrolled in Mimar Sinan University Cinema and Television Department, where he realized his interest in Fine Arts.
with a formation program. However, a year later he entered the world and had to pay the rent. The first television
series and acting on camera became her first professional job. Apart from the work that made him a living
His interest in plastic arts led him to work in photo-painting. With the works he made with echoline on photographic paper
She participated in the “Outsiders Project”, a group exhibition that was a joint project of Bilgi University and the British Consulate.
During this period, she met the late Hüseyin Bahri Alptekin, Ahmet Müderrisoğlu, Esat Cavit Başak and Aslı Akıncı. 5. Istanbul
He worked as an artist assistant and guide at the Bineali.
In 2000, she moved to New York, USA and decided to continue her life in the USA. But on September 11, 2001
The terrorist attack on the World Trade Center would disturb his peace. Life in the US was never the same. In 2003
He returned to Istanbul and decided to complete his education. In the same years, he was featured on the culture and arts page of the Radikal newspaper of the time.
She worked as a reporter and translator. Her father's profession is journalism, and she worked as a foreign news correspondent at TV 8 television channel.
He continued to work until 2010. In the same years, he continued to act in various TV productions. October
Mağden lived in Cambodia between 2016 and 2020. During this period, he DJed at many raves and venues in the country.
performances. After returning to Turkey, he led collage workshops at Istanbul Art and Comics festival
and she also had the opportunity to exhibit her works in group exhibitions. Today, Ekim teaches creative drama to children and adults in many private art courses.

TELEVISION

Tv series and productions

fulmumweb.jpg
projects.
fulmumweb.jpg
ekimikincibahar.webp
kampus.webp
omer.jpeg
A frame from the İkinci Bahar studio 
An impressive scene from İkinci Bahar
haziram111.jpg
Haziran Gecesi'nden bir sahne

Haziran Gecesi Yıldızları

Stars of Haziran Gcesi
A fun scene from Haziran Gecesi Bartu Küçükçağlayan's first TV job
Kampüsistan Yıldızları bir arada 
A scene from the set of Kampüsistan with Kaan Urgancıoğlu
The stars of Parmaklıklar Ardında Scenes together 
An impressive scene from Behind the Scenes
A still from the Deli Boran Saga
A scene from Deli Boran Epic with Nefise Karatay
A shootout scene with Barış Atay from the interesting TRT series Şubat
dadiiiiiiii.jpg
Stars of the comedy sticom “Nanny” are together
kanit11.jpg
The stars of the series “Evidence” with its script and great casting success 
Poster for the Şubat series 
Nanny scene that made me say I even played with Haldun Dorman 
Kanıt dizisinde baş şüğheli olarak sorguya çekildiğim sahne 
kizlaryurdu.jpg
 "Kızlar Yurdu"
Kızlar Yurdu Dizisinden bir sahne
adanaliposter.jpg
 Adanalı dizisinden bir sahne 
Meta Aşk dizisi fragmanı
Meta Aşk'tan bir kare 
Zamanın merak uyandıran Turkcell ürünü SHUBUO reklamlarının ilki 
MTV'nin Türkiye Müzik piyasasına girdiği haberini veren ilk reklamı Manav Marlyn Manson olarak ben 

      CINEMA

Film_edited.png

Sİsifos (Dir)n Yusuf Emre Yalçın) Razor (Dir): Hemi Behmoaras

Behzat Ç Ankara Yanıyor (Dir: Serdar Akar)

HTR2B (Dir): Osman Evre Tolga Zİncirbozan (Dir: Atıl İnanç)

AĞ (Dir:)Mustafa Özcan)

ON FESTIVALS AND SCREENS AND THAEATRES SOON
"İZLİYORLAR"
haurvatat.jpg
DIR: İman Tahsin
Sinema
sisifosafis.jpg
Htr2b_-_Dönüşüm_-_afiş.jpg
PHOTO-2024-08-09-11-57-37.jpg

A FUN INTERVIEW WITH THE LEGENDARY PUNK HARD CORE BANDS OF THE 90S AND THEIR MEMBERS 

İSTANBUL NIGHT LIFE PROJECT PUNK SCENE

Covid 19

Youtuber parodies from when we were stuck at home during the pandemic, suggestions for exes and a few soup recipes for your mom if she's sick

Subscribe to my channel, press the Like button and leave a small comment at the bottom, like everyone else. Dont't make me say those...

Auditions

Actor_s Audition_edited_edited_edited.jp

AUDITIONS

Bir TV dizisi için verdiğim audition
Bir TV dizisi için verdiğim audition
Bir TV dizisi için verdiğim audition
Bağımsız bir film yapımı için verdiğim audition
Bir film yapımı için verdğim audition
Bir film yapımı için verdğim audition

I adapted one of Franz Kafka's unique stories, A Report for the Academy, to the stage. My dear friend Deniz Tafaghodi designed the music for the play. With the contributions of my esteemed teacher Can Tazebaş, the founder of Sakin Theater, who will enable my play to tour Turkey, and my esteemed teacher Cüneyt Uzunlar, who supported me in the dramaturgy of A Report for the Academy, and with the contributions of my dear mother Ayşe Gül Demirkol, who has always kept her faith in me, I aim to bring my play together with the theater audience in Turkey.

Performance

34e36623-3563-45f6-a372-c9d895182720.jpg
ikoekim_edited_edited.jpg
image_6483441.JPG

FIRST PERFORMANCE IN SINOP LAMER STAGE

Kids Blowing Bubbles

KELOĞLAN ÇOCUK MÜZİKALİ TÜRKİYE TURNESİ

Önemli not: Çok eski kayıt bir video olmasından kaynaklı ilk blümün yaklaşık 15 dakikasında bir ses kaybı var, bu bölümü çıkardım, diğer sahneler yerini yeterince dolduruyor. Bu muhteşem çocuk müzikalinin yaratıcısı 2005 yılında kaybettiğimiz bir dahi olan Cem Safran'ın anısına saygıyla...

Parade için Hazır

SINIR

Yönetmenliğini Can Tazebaş'ın üstlendiği Muzaffer İzgü imzalı oyunumuzda Cengizhan Kaptan ve benim prova görüntülerimiz

Benzer kültüre ait iki sınır komuşusu ülkeninm sınır nöbetindeki iki askeri zaman içinde derin bir dostluk gelişltirirler ve bu dostluk iki ülke birbirine savaş ilan edene kadar sürer. Komutanlardan vur emri geldiğinde emre itaat etmek zorundadırlar ama ikisi de birbirlerini öldürmeye kıyamaz ve oyunun sonunda dokunbaklı bir duygudaşlık içinde birbirlerine sarıldıklarında perde kapanır. Muzaffer İzgü'nün bu klasik eseri anti militarist ögeleriyle savaşın anlamsızlığını ve insanlığa verdiği acıyı gözler önüne serer.

PHOTO-2024-08-07-13-03-22_edited_edited.
PHOTO-2024-08-07-13-03-23 (2)_edited.jpg
PHOTO-2024-08-07-13-03-23 (1)_edited.jpg
PHOTO-2024-08-07-13-03-23_edited.jpg
Genç öğrenci

AH ŞU GENÇLER

Turgut Özakman'ın kalenminden çıkan zamansız bir gençlik eleştirisi ve öyküsü. Bir TV programına konuk olan gençler ve ilginç yorumlarıyla bir psikaytristi canlandırdığım bu oyunu da Can Tazebaş hocamız yönetmişti. 

PHOTO-2024-08-07-12-49-23 (2).jpg
AH şu Gençler Prova
PHOTO-2024-08-07-12-49-24.jpg
AH şu Gençler Prova
PHOTO-2024-08-07-12-49-24.jpg
AH şu Gençler Prova
Ah şu Gençler Çılgın Profesör
Sınıftaki çocuklar

Telvin Özel Güzel Sanatlar Akademisi Çocuk ve Yetişkin Drama Atölyeleri

telvin logo.png

Çocuklarla çalışmak en keyif aldığım iş, çocukların o kadar temiz bir sezgi kapasiteleri var ki smaimiyetsizliği hemen algılıyorlar. Ben eğlenmiyorsam onlar da eğlenmiyor. çovukları kandırmak büyükleri kandırmaktan çok daha zordur. Bu yüzden onlarla çalışırken ve onlara bir şeyler öğretip katabildiğime tanık olmak benim için dünyada benzersiz bir deneyim.

çocukdaramasınıfogolu1.jpg
çocukdrama1.jpg
çocukdrama4_edited.jpg
çocukdrama3.jpg
çocukdrama5_edited.jpg

Genç sınıfımızla doğaçlama sokak tiyatrosu 

actingçocuk1_edited.jpg
çocukdramapark1_edited.jpg
çocukdramapark2_edited.jpg

Yetişkin Drama ve Tiyatro Atölyeleri

dultsınıf_edited.jpg
adultsınıf3_edited.jpg
lüküs hayat oyun 1_edited.jpg
IMG_4156 (1).jpg
adultsınıf2_edited.jpg
adultsınıf3.jpg

6- 8 YAŞ GRUBU  EN MİNİKLER SINIFIM

ÇOCUKLARI YARATICILIK KONUSUNDA ÖZGÜR BIRAKTIĞIMDA SONSUZ BİR KENDİNE GÜVEN VE KENDİ KİMLİKLERİNİ ÖZGÜRCE ORTAYA KOYMA İMKANI TANIDIĞIMDA İŞTE BU BENZERSİZ GÖRÜNTÜLER ORTAYA ÇIKIYOR HER BİRİ KENDİNE HAS TASARIMLAR VE KİMLİKLER

makeup2_edited.jpg
makeup1_edited.jpg
makeup4_edited.jpg
makeuop6_edited.jpg
makeup5_edited.jpg
makeup8_edited.jpg
makeup11_edited.jpg
makeup9_edited.jpg
Soyut Camsı Şekiller

DİJİTAL SANAT VE NFT

Bowie Can Never Die_edited.jpg
IMG_0403_edited.jpg
saviour_edited.jpg
saturatelips (3)_edited.jpg
breakfastinhell_edited.jpg
romancefluoresence_edited.jpg
ottomotto_edited.jpg
laynetstayley_edited.jpg
sweet (1)_edited.jpg
sleepofanation11_edited.jpg
lostcontrol_edited.jpg
tomwaitslast1_edited.jpg
IMG_4017_edited_edited.jpg
solongvivienne (2).JPG
tamponx (1).JPG
IMG_4019_edited.jpg
deadmanunfinished .jpeg
salute123may1.jpeg
IMG_4020_edited_edited.jpg
pjharey (2).JPG
thewomeninspired.JPG
stayleyandcobain.JPG
IMG_0938.HEIC

Mix Media

nova kozmikova AKAEsat Başak
Evil Ideology Vietkonh women detaill
Detail
Detail
Empire Detail
Detail
Empress detail
Detail
image_67530497.JPG
Detail
Empress detail
Detail
Empess detail
Detail
Evil Idelogy Detail
Detail
Evil Idelogy Detail
Detail
Family dteail spoiled sis
Detail
Emress Detail
Detail
Evil Ideology detail
Detail
Evil Ideology Vietkong Women
Detail
fgh54webok (1).jpg
Detail
IMG_1997.jpg
Detail
Evil Idelolpogy Mao Sedung
Detail
Love and Passion Detail
Detail
IMG_0087 (1)_edited.jpg
Detail
IMG_0376 (1).jpg
Detail
web1_edited_edited.jpg
Detail
Love and Passion Detail
Detail
IMG_1979.jpg
Detail
Evil Idelogy Vİetkong
Detail
Detail
Evil Ideology Detail
IMG_0960.jpeg
image_67549953 (1)_edited.jpg
evil ediology detail barbie head
461E8536-E76D-4104-965D-EDFE39BB4CA5 (2)
emress sisters
IMG_0104.jpg
IMG_1794_edited.jpg
Detail
Detail
Detail
Detail
Detail
Detail
Detail
Detail
Detail
IMG_4026_edited.jpg
Detail
IMG_0102_edited.jpg
Detail
IMG_9927_edited_edited_edited.png
35x50 Mix Media on Canvas
Empess2
Detail
35x50 mix media on canvas
35x50 mix media on canvas
IMG_9928 (3)_edited_edited_edited_edited
35x50 Mix Media on Canvas
IMG_0149_edited_edited.jpg
Detail when on progress
Love and Passion
Detail when on progress
Love and Passion Detail
Detail
Evil Ideology
Detail
Evil Ideology detail Killing Field
Detail
Laove and Passion
Detail
lOve and Passion dteail
Detail
empress detail
Detail
Empress Detail
Detail
emress dteail
Detail
image_50766081_edited_edited.jpg
Evil Ideology
Evil Ideology
IMG_0088_edited.jpg
Detail
6. Başlık
Detail
Detail
Detail
sdgsdg (2)_edited.jpg
Detail
image_67536385_edited.jpg
Detail
IMG_2002 (1)_edited_edited_edited.jpg
Detail
Detail
oıu67 (1)_edited_edited_edited_edited_ed
Detail
selfportrait
70X100 Auto Portrait Detail
IMG_4092_edited_edited_edited.jpg
35X50 Mix Media on Canvas 
Detail
Love ad Passion
Detail
Detail
IMG_0123_edited.jpg
Detail
IMG_4021_edited.jpg
Detail
Detail
28AC2134-9859-4C84-96BE-F9D738F5876E (1)
Detail
Detail
IMG_1674_edited_edited.jpg
Detail
kapıhead34 (1)_edited_edited_edited.jpg
Detail
Random Tags
Detail when in progress
Emress Detail
IMG_0122_edited.jpg
Detail
polpot_edited.jpg
Detail
Detail

KAPILAR

Bu kapılardan oluşturduğum koleksiyon, eski kumaşlar, ayakkabı bağları, oyuncak gibi plastik ürünler, atık
aksesuarlar ve daha birçok atık malzemenin kullanıldığı bir koleksiyon. Etrafımızdaki eşyalar, malzemeler, eşyalar
bizimle birlikte yaşıyor ve içinde anılarımızı, büyüklerimizin kolonya kokusunu barındırıyor. Bunlar bizim kişisel
tarihimize ait sözde cansızlar. Eski pagan veya şaman yerliler, nesnelerin ruhları olduğuna inanıyorlardı. Bu bana
gerçekten mantıklı geliyor. Bu eski eşyaları veya atılacak olanları bir araya getirilerek eski evlerin giriş kapılarında
birer asamblaj oluşturdum. Tüm malzemeler ve boya algı kapılarının üzerine katmanlanıp yığıldıkça yüzeyde
rastgele desenler ortaya çıkmaya başlıyor. Amacım, günümüz dünyasında geri dönüşümün ve yeniden
değerlendirmenin dilini konuşan bir kompozisyon yaratmak. Renkler ve ayrıntıları gözden geçirip benzersiz ve
çarpıcı bir sanat eseri ortaya çıkartmak. Bu koleksiyon sadece renkli ve eğlenceli değil, aynı zamanda geri
dönüşüm mesajı da taşıyor. Günümüz sanayisinde kullanılan plastik ve petrol bazlı ürünler, dünyamızı her
zaman olumlu olmayan şekillerde şekillendiriyor. Kanımızda, ciğerlerimizde ve dokularımızda bulunuyorlar artık.
Kapılarım aracılığıyla tüketim kültürümüze dair farkındalık yaratmayı ve izleyicileri atılan materyalle ilişkilerini
yeniden düşünmeye teşvik etmeyi umuyorum. Bir malzemeyle işiniz bittiğinde onlardan kurtulamazsınız. İnsandan
bile daha uzun süre var olurlar. Atılan malzemeleri yeniden değerlendirip değerli bir şeye dönüştürüyorum. Geri
dönüşüm konusunda bir farkındalık yaratmayı ve her türlü çöpün dekoratif olabileceği ya da çağdaş sanat
anlayışında fark yaratabilecek başka bir şeye dönüştürülebileceği konusunda izleyiciyi ikna etmeyi umuyorum. Bu
kapılar aracılığıyla, antik Mısır'dan önce de mevcut olan, insan özündeki değer anlayışındaki değişime yönelik bir
ilham hayal ediyorum. Gerçek mesajı veren yaratıcı sanatın payını artırmayı. Biz insanlar yoksulluk içinde ya da
güzel bir hayat yanılsaması içinde yaşamaya devam ettiğimizde tüketimcilik hem doğamızı hem de bizi yok
etmeye devam edecek. Burada bahsetmeye çalıştığım tek yıkım sadece fiziksel değil. Modern çağın tüketim
kültürü bizi insanın gerçek özüyle hiçbir bağlantısı olmayan kimlikler giymeye zorladı. Birbirimizi rekabetçi
görüyoruz ve kendimizi başkalarına kanıtlamamız gerekiyor. Aşık olduklarımız için bile güçlü olmamız gerekiyor.
Kısacası yarış atından hiçbir farkımız yok. Birlik olup daha iyiye ulaşmak için birlikte çalışmaktan ziyade ikili bir dil
ve tavrı tercih ediyoruz. Aldous Huxley'in algı kapılarında meskalin gibi psychedelic maddelerin deneyimlerini
yaşamıştır. Huxley, belirli bir ruh halinde insanların varlığın gerçekliğini gözden geçirme şansına sahip
olabileceğini belirtiyor. Huxley'in başlığı, şair William Blake'in şu sözlerinden esinlenilmiştir: "Algı kapıları
temizlenseydi, her şey insana olduğu gibi sonsuz görünürdü." Bu alıntı, algımızın genellikle bulanık veya sınırlı
olduğunu ve eğer algımızı temizleyebilir veya genişletebilirsek, gerçekliği daha derin bir şekilde anlayabileceğimizi
ima ediyor.. “Kişi kendini bilmeli. “C.G Jung'un da belirttiği gibi modern insan kendisi için en büyük tehlikedir;
hayat anlayışını kaybetmiş, mutluluğu bir şeylere, başkalarına, materyallere sahip olmakta arar ve asla tatmin
olmaz. Jung, hastalarının anlamlı bir yaşam arayışında olduğunu keşfetti. Başkalarıyla paylaşırız, sonra kendimizi
başkalarının sahibi olarak görürüz çünkü şefkat gösteririz. Bu kadar kalabalıkta o kadar yalnızız ki. Kalabalıkların
yeryüzünde kavgacı siyaseti tercih etmesi tam da bu yeni tür bireyselliği gözler önüne çıkarıyor. Jung'un dediği
gibi biz kendimiz için büyük bir tehlikeyiz. Şu anda nükleer bir yıkımın eşiğindeyiz. Her köşede kaza riskli bir pusu
bekliyor. Korkutucu… ama insan ancak birliğin önemini anlayıp gerçek özümüze çok önceleri sahip olmuş olsak
bile, tüm dünyayı yok edecek büyük bir felaketten sonra duygusal ve entelektüel zihinler de evrilmeye ihtiyaç
duyacaktır. Belki de yeni bir başlangıcın yardımıyla bunu keşfetmemiz gerekecek.

EMRESS_edited_edited_edited_edited.png
Empress of the Sun 192 cm x 93 cm Mix
Media an assamlage
evilideology_edited_edited_edited_edited
Collapsing Ideology. (1.74cm x 69cm) Mix Media and assamblage
loveanpassion_edited.png
Door of Love 82X187 Mix Media and assablage
familyrootsdoor_edited.jpg
Creation and Family
192cm x 93cm) Mix media and assamblage
basquiat-prints-for-sale.jpg

Basquiat Repredüksiyonu ve Font Tasarımı - Çevirisi

basquiatorjinal_edited_edited_edited.png
Original Basquiat Poem on Notebook paper
basquiatrepr_edited_edited_edited_edited
Translation and Reproduction of Basquiat 's Poem on Note book paper
Modern İşçiler
floheadline_edited_edited.jpg
flow56_edited_edited_edited.jpg
Twin sisters
flow34_edited_edited.jpg
flow2_edited.jpg
flo302_edited_edited.jpg
5. Başlık
5. Başlık
flo291_edited_edited.jpg
Deer1
Deer2
Hiding Death
Sapho in Love
flo29_edited_edited_edited.jpg
flo26_edited_edited.jpg
flo25_edited_edited_edited.jpg
flo22_edited_edited_edited.jpg
5. Başlık
Market Nets are Not Trash
No Media is Trash
saturation of a whats up 
A deer hunt down
flo21_edited_edited.jpg
Traces of David Bowie
flo2_edited_edited.jpg
Blues Birds
flo17_edited_edited.jpg
flo12_edited_edited.jpg
flo10_edited_edited.jpg
5. Başlık
5. Başlık
5. Başlık
5. Başlık
5. Başlık
flo3_edited_edited.jpg
Twins behind the wall
A Love letter from woods
Hunter is haunted
 Can't Hide from Chaos in ctiy 
flo4_edited_edited.jpg
You cant kill a rat if it has no purpose to die
flo7_edited_edited.jpg
Seagulls On Lİne (yellow)
flo6_edited_edited.jpg
Segulls On Line (pink)
flo5_edited.jpg
Seagulls On Line Blue
flo1_edited.jpg
Saphos two Blue Deers freed
flo16_edited_edited.jpg
Countless twin sisters coming for you. You better hide
flo20_edited_edited.jpg
Tax Payers Truck had an accident
flo19_edited.jpg
Yalnız Sinema  (The lone Cinema 

​Romance Fluorescene Projem 80 ve 90'lı yıllarda tercih edilen gereginden fazla renk doygunlugu ve satusaturasyon içeren tercihler yapan medya yıllarına gönderme yapıyor. Atık malzeme, ısıpan ve pleksiglas yüzeyler üzerine kolaj ve asamblaj teknikleriyle üretilmelerinin ardından repredüksiyon fotoğrafları çekilerek ve dijital ortama aktarılarak projenin amacına uygun florasan renk doygunluklarına kavuşturuldu. 

2023-2.jpg
icaf_logo_v2.png
sergi.jpg
atölyegraffiti.png

Kolaj atölyesi verdiğim klatılımcıların benzersiz işleri

my icaf1_edited.jpg
work1.jpg
atölye3_edited.jpg
atölye23_edited.jpg
workjustfine.jpg

Başta badem bıyık olmak üzere nice kıldan süs yapan başkan adaylarını sizin için birleştirdim. Çoluk çocuckta yanlış erojen anlayış oluşması korkusundayım

Hi  babes 

Oh yes 

Gonna  stay

here 

for a while 

but thanks

spacecat.jpg

Yakaladığıma ve yakalandığıma sevindiğim fotoğraf kareleri

teyzelertblisi.jpg
IMG_4091.jpg
IMG_4082.jpg
IMG_4083.JPG
IMG_4035.jpg
IMG_4078 (1).jpg
IMG_4054.jpg
IMG_4061.jpg
hope.jpg
IMG_4066.jpg
IMG_4038.jpg
IMG_4040 (1).jpg
IMG_4059.jpg
IMG_4067.jpg
IMG_4045 (1).jpg
IMG_4053.jpg
IMG_4050.jpg
IMG_4031.jpg
IMG_4033.jpg
IMG_4049.jpg
IMG_4063.jpg
IMG_4084.JPG
IMG_4074.jpg
IMG_4052 (1).jpg
IMG_3236.jpg
IMG_4034.jpg
IMG_4043.jpg
IMG_4062.jpg
IMG_4058.jpg
IMG_4032.jpg
şerhyiyahyt.jpg
spacecat.jpg
broken mirror.jpg
IMG_4047.jpg
gikweb.jpg
IMG_4048.jpg
IMG_4039.jpg
IMG_4037.jpg
IMG_4069.jpg
IMG_4046.jpg
tavukçocukweb.jpg
ekimrazor.jpg
ceylan1.jpg
IMG_3541.HEIC

KURU KALEM DESENLER

Kamboçya'da bulunduğum toplam üç yıl boyunca bir çok desen çizmiştim bir defterim vardı 

Bir gün eşylarımla birlikte bu kuru kalem defterimde çalındı. Bu kalanları şans eseri bir bloga yüklemişim 

Sabine and her beloved husband enjoying an afterboon in their mansions garden
IMG_4090_edited.jpg
A Cambodian Hotel Rooftop 2 
IMG_4089_edited.jpg
A cambodian hotel rooftop
IMG_4085_edited.jpg
Phnom Penh Rusg Hour 52nd Street 
IMG_4086_edited.jpg
An Ancient Khmer Warrior
kroki

RANDOM SKETCHES

A COUPLE OF SKETCHES FROM A GİFTED SKETCHBOOK

IMG_4230_edited.jpg
IMG_4231_edited.jpg
IMG_4235_edited.jpg
IMG_4232 (2)_edited.jpg
IMG_4233_edited.jpg
Şık Avizeler

Astro Velvet Feat Ekim - Alice

DJ Sahnede

Electro-Indie Dance DJ Sets

Down Tempo Indie Dance - Deep House DJ Sets

Lost PortfolioKick Fix AKA Ekim Mağden
00:00 / 1:27:23
Open Season ThrillerKick Fİx AKA Ekim Mağden
00:00 / 1:36:23
South East Sİde Walks Pay (3) (1)Kick Fix AKA Ekim Mağden
00:00 / 1:30:00
I think where I am not, therefore I am where I do not thinkKick Fix AKA Ekim Mağden
00:00 / 1:25:44

Production Demos - Intros

Mikrofon Ses Düzenleme

Voice Over - Seslendirme 

DocumentaryEkim Mağden
00:00 / 01:30
EKIM MAGDEN - ANIMATED MOVIE (1Artist Name
00:00 / 01:31
TV CommercialEKim Mağden
00:00 / 00:36
Vintage Daktilo

"KARANLIĞIMDAN"

Edebi Deneme

Birinin beklentisini karşılamaktan yoksun olduğunu düşün. Ne kadar sevecenlik göstermiş olursa olsun içinde bu berbat dünyanın bir benzerini beslediğine kolayca tanık olabiliyorsun.

Söğütler

Nasıl hayal ettiğimi söyleyeceğim şimdi. Onursuz mu gurursuz mu, sıradan kimsenin ezbere yargısını taşıyacak hiç olamayacağımı ikimiz de çok iyi biliriz. Vasatların kararmış çürüklüklerini üzerimize alınmadığımızı. Hiç böyle olmadık. Yakıştırmak bunu. Ne tuhaf olurdu, birbirimizi ayıplardık o zaman. İkimizde en olmuş güzelliğimizde kaybetmemişiz ama yüz yaşımızdayız ve ancak küllenmiş kızgın kırgınlıklarımız. Benim senin hasretliğimizi kıyaslamadan, duru suların büyüttüğü iki söğüte dönüşmüşüz, yapraklarını toprağa değdirmiş ama düşürmemiş. Ben solmamış sen yeni çiçeklenmişsin. Bir yabancılaşmış doğa ama tanışlığımız öyle büyük ki yokoluşu dahi eritmeyecek köklerimizi, eroze giden kaybolan olmayan toprağın altında birbirine sarılırken izleyeceğiz ve bir söğüt ormanı besleyeceğiz kainatın sonunda belki.

Ölüm
“Emin olduğum bir şey varsa şu tekinsiz kainatta kendimden; ailemden hiç vazgeçmeyeceğimdi. Beni kucakladığında iyileşen yokluğa duyacağım minnet ve sevginin ne ucu vardır ne de küllenmemiş bir bucağı. Göreceğimi görememek gibi eksiklerim olmadığına olan inancım tamdı benim. Meğer nabzımın sessiz dünyasında kırk yıldan fazladır atıyormuşum tek başıma voltamı. Hiç bir şey söylemeyen cümlelerin ve bu boşluğun benim sahibi ve sebebi. Bas bas bağırdığını duyabiliyorum şimdi susan, konuşmayan, tek kelime etmeyen şarkıların nakaratlarını artık. Üst üste gelmiş tesadüflerden özenle uzak duran yerinde olmayan lirikleri. Görkemli yok ailemizin güzelliği ve seyircilerimiz ellerinde en az bizim kadar görünmeyen kusursuz fotoğraflarımızla ayrıldılar eskiyerek. Teşekkür ederim. Hasretle uzayan kollarımla kucaklıyorum güzel yuvarlaklarına has, özel renklerle tasarlanmış görmediğim ve göremeyeceğim gözlerinin bebeğini. Benim kainat kadar biricik ve en az onun kadar tahmin edilemez kapkara sonsuzluğa sahip tek ailem.

Birine yazdıran şey nedir? Çıldırmamaya çalışmak mı? Doğru olabilir bu. Fark edilmemek çıldırtıcı olabilir. Aşık olmak ve yok sayılmak. Suçlu olmak ve pişman olmak. Ölmektense yapabilecek daha doğru bir şey bu belki de. Zamanın gerisinde kalmayı sindirememek, kabullenip kabullenilmekten uzak düşmek. Birini kendinden daha çok sevmek ama ona öfke duymak insanı çıldırtabilir gerçekten de öyle değil mi? Öyle. Teraziyi kaçırmak için için yananı delirtebilir. Hiçbir yere ait olmadığını ona acı acı anlatabilir. Buralardan sağ çıkmak her babayiğidin harcı değil. Babayiğitler duyarsız olabilirler mi peki acaba? Onların duyguları yok mudur? Vardır elbette değil mi? Ama bu duyguları ne kadar dizginleyebilirler ise o kadar babayiğit olurlar. Bunları onlara eğer izin verirlerse ancak kadınlar öğretebilir. Bu süreçteyse gemi olmayanlar vuramayanlar dizgini boğulur ölürler ya da katil olurlar. Mutsuzluklarının sorumlusu sevdikleridir. İşte bu tezat delirtir o baba-yiğitleri. Ne katilliklerinden sorumlu hissederler ne de kendilerinden. Kafalarına sıkmaları gerekir ve artık denk olmadıklarını dünyaya kendilerine hatırlatmaları. Ete olan düşkünlükleri onları ilkelleştirir. Kaba saba kokuları severler. Radikalleşirler. Ölümsüz olmak için ölebileceklerini düşünürler. Ben bir baba-yiğit değilim. Ölmeyi çok istedim herkese de söyledim. Ben öleceğim dedim. Törenimde ruhum onları izlemeyi düşledi. Benim için ağlasınlar istedim. Benim onlar için ağladığım gibi. Hiçbir şeyimle kimseye yetmedim, onları herkese şikayet ettim. Yetmediğim gibi anlaşılmadım da. Neden olduğunu bilmedikleri bir hayranlık beslediler bana beni seveneler. Belki sebebini bilecek kadar biliyor ve okuyabiliyor olsalardı beni anılarda bir dost olarak tutabilirlerdi. Ne kedilerine inandı insanlar ne de bana. Fazlaydım taştım. Azdım tatmin etmedim. Benden daha azına ulaşamayan herkes benden fazlasını istedi ama kötü yola düştüler. Onları kimse koruyamadı ya da korumadı. Çünkü herkes kendi derdindeydi. Anlatmaya çalıştım ama anlatamadım. Belki konuşmaz yazarsam anlaşılır olabilirdi. Benim kaderimdi bu yüzyıllık yalnızlık. Tamam efsunluydum ama kadersizliğimin nedeni de buydu. İsmimin Yusuf olması değildi. Beni kendinden uzaklaştıran herkese şaşırıp kalıyordum. Kendimi çok çok beğeniyor, bensiz kalmak gibi bir ahmaklığı nasıl yapabildiklerine şaşıyordum. Körleşmeye başladım. Öfkelenmeye de. Daha ilkel daha basit şeyler istiyorlardı. Mutluluk onlar için buydu. Bir çantaydı örneğin. Ben de böyleymişim meğer bir çanta. Bir sevgiye çanta sıfatı nasıl uyar sormayın bana lütfen. Öfkelenince berbat birine dönüşüyorum. Tuşları kırıp geçiriyorum. Sevdiklerimden nefret ediyor sonra da büyük bir utanca gömülüyorum. Dostlarım bana seviyeler tavsiye ediyor, benden gizlenen bir mirası benden gizlemeye devam eden bir ailem var ve ben yokluk içinde yaşamaya devam ediyorum. Tanrı biliyor ya sermaye beni öldürebilir ve yalnızlık benim tek çarem. Çünkü biliyorum ve eminim ki ondan başkasını hiç sevemeyeceğim. Yalnızlığımdan başkasını. Biliyorum ki basit şeylerden mutlu olmak babayiğitlerin harcı. Benim babam harcıma acı çekmeyi ve melankoliyi övmeyi karmış. Ne büyük bir cefa ve nimet. Nimetin yanında gelen bir cefa. İşte böyle hayat. Kötüyle gelen şeylere baktıkça içindeki mutluluğun tadı ille kaçar. İnsan bunu görmekle lanetli ve ne şanslı melekler. 33 yaşında ya da 27 yaşında ölenler. Silah tüccarları ve Rimbaud’lar. Dengimizi aramıyoruz biz bir fetiş arıyoruz. Köylü kökümüz ve şehirli şerhimiz bizi bir çekilmez vicdana ve sökülüp atılmayacak bir esrikliğin içine gömüveriyor. Yaşarken ölüyoruz böylece. Dedim ya denge önemli. Ama ben her şeyi abartmayı sevdim. Keyif vereni de acı vereni de hep abarttım. Başka türlü anlayamayacaktım dengeyi. Ve dengesizliğin kitabını yazarım dedim. Ben, Yusuf. Kardeşlerimin kuyuya attığı ben. Aldatılan ben. Yetemediğim ben dengenin içindeki dengesizliğe tav olan ben hep abartıyı sevdim. Kitsch sanat sevdim. Dans etmeyi sevdim. Abartılı olmayı. Aşkımı da nefretimi de en yüksek seviyelere taşımak istedim hep. Çürüme buydu benim için ve otuzumu geçince başladım ölmeye. Her gün öldüm ve her gün daha çok yaşadım. Öle öle yaşadım, yaşaya yaşaya öldüm. Yazamasam konuşacaktım ve dinlenmeyecek, böylece yazdım ve okunsun istedim. Böylece de okunmayacaktı yazdıklarım çünkü kimse için yazmadım ben onun için yazıyorum diye kandırdım kendimi ve kendim için yazdım sadece. Aşkı Narkisos’tan öğrenmiştim çünkü. Yalnızca kendini seven Narkisostan. Aynadan ayrılmayan bütün gün suda bile aksini görmek isteyen tersi pis Narkisos. Uyumadım ve ağladım gecelerce yıllarca yüzyıllarca sürsün istedim aşkım ve her yerden herkese haykırayım istedim kendimi. Yorulmadım mı sanki elbette yoruldum. Ama bu benim alın yazımdı. Sevmek tüketmek ve tükettikçe ağlamak. Ağlamayı ayıp görmedim ve utanca boğuldum. Cinsim ağlamazdı ve akrabaları sevgilimin tek dostlarıydı. Oysa yapayalnız olduğumuzu ona anlatamadım. Gözlerinde gördüğüm mutsuzluk mutluluk taklidi yapıyordu ve bunu bir tek ben anlıyordum bir tek ben. Çünkü kaba saba kokularda saklanan bir tanışlık vardır. Bebek dışkısı gibi bir şey. Ve bu kokuyu çünkü bu eti teri ve yorgunluğu anlıyorsam gözlerindeki mutsuzluğu da anlıyordum. Mutlu olamayacağını bu ruhun görüyordum çünkü onu kendimden mahrum etmiştim. Kendimi onun gözlerinde öldürmüş ve ışıltısının yitip gitmesine neden olmuştum. İşte buydu beni delirten. Susturan sessizleştiren, bir daha asla konuşmayacak sadece yazacaktım. Satırların bir ağırlığı tartılabilecek bir varlığı var. Ben oyun oynamadım ve utanmadım hiç kendimden, kendime hayran olmakla geçiriyordum zamanımı ama iltifatları kendime değil ona yapıyordum: Kendimi çok seviyor olmaktan utanmamak için. İşte çok ölmek isteyip ölemememin sebebi de buydu. İki ayrı ağırlık terazimi kırıyordu ve kimseyi sevemeyecektim bir daha. Bu beni korkutuyordu. Gelmeyecek bir gemiyi bekleyen itirafçı bir afyon bağımlısıyım. İtiraf ediyorum hiç utanmadan. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak biliyorum. Bir şeytanın evladı neden oldu bütün bunlara ve kötü bir dost. Dost olduğu kadar kötü ve kötü olduğu kadar dost. Kaybolup gitmek istemedim ben gözlerinde çünkü kendi ışıltımdı gözlerinde gördüğüm, cevapsız kalmamın bir nedeni vardı. Kötü kitapları okumaya değer gören sendin eline yeşil kalemli bir Neruda sayfası tutturduğum sen. İnsanları tavlamayı öğretenleri tercih ettin şiirlere, altından girip üstünden çıkılan kurnaz oyunlarını. Neyin güzel olduğunu biliyordun içten içe. Ama içe değil dışarı doğru tırmandın. Yazmayıp konuştum, duymadın. Yazıp parmaklarımı kanattım. Beni tanıyanlar her yerde kan izleri bıraktığımı anlattılar diğerlerine ve korktu diğerleri. Çoktum. Çok olmuştum artık. Aslında korkacak bir yiğit değildi kadınım, konuşacak halde olmadığımdan kandırılmaya açık tuttu kendini kalbi. Bizi alenen fazla buldular. Mutsuz olmalıydık çünkü bizim kadar mutlu değillerdi ve bizi aralarına aldılar ama güzel de değillerdi. Başardılar bunu ama biz izin verdik buna. Bizim suçumuzdu. Suçluyduk ve pişman. Pişmanlık bir ömür alacaktı. Diğerleri bunu gömebilecekti bizden kalanları. Duymayacaklardı. Tercih edilen duymamak oldu. Önce duymadık sonra pek hızlı vicdanımızdan olduk. En kötüsü de bütün bunlara alıştık. Dostlarımız bile alışmamızı öneriyordu. Birleşemedik. Aşkımızla örgütlenemedik. Yaşayıp gitmeyi, her duygunun, devrimin içini boşaltıp sevdiklerimizi kavgalarından ettiler. Ve iş bilmeyen ve yalnızca gülümseyen ve yalnızca hissetmek, duymak istemeyen, vicdansız bir dünya çattılar karşımıza. Böylece sol ürünleri de satın almaya, solu, siyahı ve ve öfkeyi, didişmeyi de bir çantaya çevirdik. Omzumuza astığımız bir çantaya. İlkel küfürler etmenin sebebi

buydu sosyeteye. Her şeyi çantaları sanıyorlar. Bu yüzden bağırıp çağırdım hem cinslerimi utandıran, giderek umutsuzluğu öğrenmeyi başaran bir sperm üreticisine dönüştüm. Gözlerim görmedi ama gönlümün ne kadar katlanabileceğini hemen öğreniverdim: bana öğrenmeyi öğrettiler. Rüyalarında doğan kız çocuğu bile sana ait olmadı. Benimdi ama başka kadından. Ve bu acı bana yetti. Kızım bile senden değil. Ben ben olsam ne olur olmasam ne olur. O yüzden sen de sen olamadın. Bildiğim ve doğru olandan çok farklı bir şey oldum. Tercih ettim bunu. Yaşadığımız her acının içinde bile mutluyduk bir şekilde çünkü bu bir yoldu ve tercih etmiştik. Hayal kırıklığına uğradım. Seni senden alamazdım ya seni sana bırakmak zorundaydım ve al sen seninsin artık. Ne bir ışıltı var ben olan gözlerinde ne de başka bir karaltı. Hak ettiğimiz her şeye doğru hızlı gidiyoruz. Ama ben hak etmediğim ölüme gitmek istesem de hızlı gidemedim.. Sensiz ölmek istemedim sadece. Gençliğimin son baharı hiç değilse dedim güller içinde geçsin. Bir daha böyle güzel bir fotoğraf göremeyecektik. Bize ait ve bizden güzel. Fotoğrafını bile sevemiyor fotoğrafınsız bile olamıyorum. Bakıp ağlıyorum bin yıldır yetmez mi? Yeter elbette ama buna ben karar vereceğim. Ne utancım ne Yusuf olmam ne benim kuyum ne de tanrı verecek. Ben en sevdiklerimin kavgalarından edilmiş hayatlarının karşılığında yerle yeksan ettikleri ben, bu melankoliye gömülecek ve ömrümün sonuna kadar takıntılı bir hergele olarak tanınacağım. Benimsenmeyecek, bir koliden daha değerli olmayacağım sevişmek için. Yalnızca bir kareyi öpecek dudaklarım. Sabaha kadar. Bir fallus sahibi olmaktan utanacağım esrikliğin yüzünden ve iktidarsız olmaktan utanmayacağım. Bu kabalığın bir nüvesi olacağım ben. Oysa kaba saba kokuların değerini bilirken, kaba saba bir genetiğin, bir sonradan görmeliğin kurbanı olacağım. Benim kaderim bu. Cinsiyetsiz olacağım ama buna bir isim bulmayacak, yalnızca aşkın olduğunu iddia edeceğim. Hep çocuk gözüyle bakılacak değersizleştirileceğim. “useless restless juvenile” Yetecek mi bana elbette yetmeyecek. Hep daha kötüsünü beklemeliyim. Lanetlenmiş biri olarak yalnızca bir gülü sevdiğim için küçümseneceğim. Mutlu bir edebiyattan bahsedemeyeceğim kimseye. Coşkunun fıskiyesi her zaman bir sonsuzluğa açılan boşluk karanlık olacak. Bizim karanlığımız. Kara anlarımız ve içindeki mutumuz. Pişirdiğimiz hamur, katığımız sirkemiz bastığımız taşın kalbinde içimize batarak öldürmeye yeltenecek bizi. Ve biliyor musun sonunda öleceğiz. Kafalarına sıkan babayiğitler gibi yok olup gideceğiz her ölümlü gibi erkenden. Bunu daha erken kılmanın ne anlamı var bilmiyorum ama canım çok yandı. Yazmasam çıldırmayacak ama ölüp gidecektim. Yazdığım her bir harfin üstüne birer mezar taşı dikmek, nasip olmasın bana. Ölümü sevmeyen ölsün ve daha kötüsü de dirilsin tekrar. Yeniden öleceğini bilerek tekrar tekrar yaşamanın hiçbir tadı olmadığını bir köpek olmak istememden anlıyorum. Utancıma kılıf buluyorum sanıyorlar ama çok yanlış anlıyorlar her şeyi. Çıldırmanın ne olduğunu bilmiyorlar. Akıl hastanesinin lüks odalarından bahseden şiirler yazıyor devrimci abilerimiz, ablalarımız. Amcalarımız, teyzelerimiz. İnanın bana bunu tattım. Tattığınız her odayı, her çantayı. Çantacı dediler ama ben hep bir küfeliktim. Küflü odunların kokusu ve astım krizlerinden örülü bir çocukluğun deniz aşırı şehirlere taşıdığı bir ailenin alışıksız tek evladıydım. İsyan yaşlarımda doğduğu için kardeşlerim asla barışamayacaktık. Kılıfına uydurulmuş birer küskünlük bulacak ve ömrümüzün sonuna kadar birlikte geçmiş yalnızlığımızı anıp birbirimize asla itiraf edemeyecektik. Giderek değil de birden bire yok olmak istediler içimden, buyurun öyleyse çekin çekin gidin dışarı, yüzeye, nefes almaya. Dünyanın havası geliyorsa iyi çekin iyice ve gidin ufalarak kaybolun yüzeyinde her şeyin. Yüzyıldır yalnızım ve bizim karanlığımızdı alıştığım ama siz bu güzelim karanlığa bir güneş doğurmak istediniz. Bir kız evlat. Bunu bile itiraf edemedik bize. Doğurmak isteyen bir bedenin doğuramadıkça alçalıp körelmesi ve birden bire yaşlanması kurutacak bizi. Yazık olmayacak mı o zaman size, bu kadar sevgiye. Bir meyveden nasıl utanacak kadar ilkelleştik. Ne oldu mertlik ne hale geldi cesaret. Bizi kavgalarımızdan ettiler. Önce abilerimizi, sonra ablalarımızı ve sonra tek kalan kavgamız aşkımızdı. Onu da iğdiş ettiler sonunda ve meyveye hevesimiz kalmadı. Çocuklar gibi küsüştük. Hiç olgunlaşamayacak olmayı bile kabullenmek zorunda kaldık hem de hiç farkına varmadan. İnsan kabullenemeyeceği bir şeyi hiç fark etmeden kabullenebilir mi? Olmayacak şeyleri oldurmak için ajanlar soktular aramıza. Yeni dünya menşeili. İşte bunu ettiler bize. Aldılar elimizden doğurabileceğimiz kız çocuklarını da, meyvelerimizi de, güllerimiz ve çileklerimizi de.
Rüyaların saftı ve görmüştün o zaman değişeceğini her şeyin. Ama benim zehirim o kadar ağırdı ki seni çiçeklerle kandırmayı başardı cadılar. Anadolunun içine yatkın genlerin sarılıverdi bir yılana çünkü bilmediğin hırçın bir denizin göğsünde çırpınıyordun seni yordukça yoran boğan bir zehirdi bu deniz. Alabildiğine genişliğine hayran kaldın ama yutacaktı seni. Karadan tanıdığın bu yılan seni kurtaracaktı ama senin bir zaman dünyayı kaplayacak bir deniz olsun diye uğraştığın ve boşa kürek çektiğine ikna olduğun sonunda bir iç denizin küçüklüğüne aldandığını anladın. Tek dostunun karadan, karanlığımızdan tanıdığın o yılan olduğuna karar verdin. Anladım ve anlıyorum çaren yok ve alın yazın bu. Oysa verdiğim emeğin büyüttüğü deniz sana sarılan yılanın kaynağı olan cadı sepetinin örüldüğü deniz otlarının büyüdüğü yerdi. Her şeyi büyüten, yarı tuzlu ve çırpınan bir kara deniz. Koroda şarkısını söylediğin elini kolunu yakan kaynar bir suyun ardından serinliğiyle yeni ailene

dönüşecek, kargalarıyla, kuru ölü köklerin yığılıp kargalaklardan adalar kuracaktı sana ortasında. En azından böyle planlamıştı yok olmadan, güzel ağzın ve rengi eşsiz gözlerin sadece. Sadece bu bile yetecekti kutsal olmasına bir yaşamın ve sonsuza kadar yazdıracaktı da ayrıca melankolinin derinliğinde boğulan bir iç deniz adına şarkılar dizilecek sonsuz bir özlemin giderinde büyük büyük haykırarak buharlaşıp gidecek, içinde doğan kara altı yanardağ resiflerine kurban gidene kadar seni besleyecek her kaynağı mümkün kılacaktı yaşamın kökenine ait.
Gide gide eskiyecek, yeni kelimeler keşfetmeye dahi yeltenmeyecektim Ece amca gibi. Ne üçüncü ne de beşinci olmak istemedim. Yarış değildi bu. Edebiyat mı hiç de bile değildi. İnsanın iç sesi güzelse zaten her şey edebiyat olabilir bence. Ya da içindeki sesin güzel olduğuna inanmışsa bir kere onu okumaktan hiçbir şey alamaz. Yalnızca kendi ilahi sesinin doruğunda sonsuza kadar sadece okuyabilir. Benim artık sadece okuyacak olana yazdığım gibi. Şimdiden biliyorum. Dış ses olarak bir iç sese alIşmaya layık görmüyorsun belki de içinin sesini. Oysa beni tanıyor olmana rağmen daha hala dışarısı ne der diye utanıp sıkılıyorsun. Bunu sesinden anlamıyorum sadece. Hala ispatlamaya çalıştığın günahsız olma derdinden anlıyorum. Neden neden bu kadar önemsizken her şey günahsız olman bu kadar önemli. Ölümümden duymak istemediğin sorumluluk yüzünden mi. Geç bence bunu. Sana sorumluluk yükleyemez kimse. Yükleyecek olsalar sen daha bir ortancayken yüklerlerdi.
İlacım benim, melankolim. Acımakta olan ruh halim benim tedavim. Benim afyonum da sensin dinimde. Sana giydirdiğim bu şey işte senin sorumluluğun. Duymak istemediğin ağır zehrin panzehiri olmaya yeltenen sensin sorumluluk. Sorumluluk sensin. Korktuğun da kendin. Beni dönüştürdüğün şeydi beni çıldırtan. Yazmamak değil. Yazsam daha da çıldıracaktım o zaman. Deli bu herhalde derlerdi bana sadece. Ne yapsaydım onursuzca ağlıyordum ve kanmaya devam etmek, kanaya kanaya yere saçılmaya devam etmek gözlerinin önünde yaşlanmaya ama senden genç kalmaya devam edecektim. Bilmem ki Beatniklerin yalancısıyım. Her façama bir kılıf uydurup edebiyata dönüştürebilirim ama yalnızca sesimi duymuş olanlar okuyabilir yazdıklarımı. Kendi seslerine benzetmekten zevk alanlar. Okumaktan heyecan duyan zevk düşkünlükleri okur. En iyileri okursun hep en çok satan dandik şeyleri. Yok şurası güzel yok burası güzel, yok gelsene yok gitsene falan. “FALAN!” Beyoğlu değişti ben de değiştim. Asla eski Beyoğlu olamaz: Ah Beyoğlu vah Beyoğlu. Ne yapacağım şimdi ben. Öleyim mi? Geberip kurtulmayı kaç kere istedim ama öldüremiyorum ben kendimi. Ne esat kadar cesur umutsuz ne de Murat kadar değersiz hissetmiyorum ama senin olmadığını görüyorum Beyoğlu. Ölmek için yeter de artar bile. Ama ne çok seviyormuşum kendimi. Bir Narkisosum ve bir Yusuf’um aynı zamanda. Zıtım ve utanmıyorum arkandan ölmeye. Anneme üzülüyorum ve sorumluluktan yılmadan korkan sana. Sana kaç kere söyledim çünkü kim bilir ah benim canım beni öldüreceksin dedim. Şimdi ölsem ömür boyu bir lanet çökecek üzerine. Kendi sesinden korkmayan ama onu aynı zamanda duymayan sen benim yarattığım bir travmaya daha kurban gideceksin. Bense kendi kendime öldüğümle kalacağım ölmeyi seninle hayal ederken. Çünkü o rengin asla yaşlanmayacak benim için. Ölürken de taze havası içinde öleceğim çünkü ağzın da yaşlanmayacak inan. 90 yaşında gerdirmeyeceksin kendini. Bunu biliyorum. Çünkü benim bakışım bu. Ullis’in ki gibi ama sana bakıyor yere göğe değil. Taşa duvara da değil. O güzelim ağzına ve rengine. Tepeden tırnağa bahşedilmiş rengi ben görebilirim sadece ve buna seni inandırabilirim. Çünkü sevilmeyi çok sevdiğini biliyorum. Benim gibi. Ama benden daha çok seviyorsun. Çünkü bağladığın kara elbise rengini belli ediyor. Sadece ruhun değil, tırnaklarının, dudaklarının vesaire vesaire. Ne kadar bağlıymışsın köklerine ama güzel sevilmeye her şeyi değişeceğine adım gibi eminim ben. Biraz güven verseydim bir ağır zehir olarak seni uykusuz bırakmayacağım konusunda, he şeyi, herkesi terk edecektin bunun uğrunda. Ben sana bir ders oldum evet. Ama sen bana bir ders olmadın. Ağzım yanmadı senin gibisinden. Çünkü ben uslanmayacağım ve hiç utanmayacak. Ne bin kere ölüyorum demiş olmaktan ne zırıl zırıl her gece ağlıyor olmaktan. Benim yaşlarım değerli ve ağlarım, ağladıkça denizleşir kendimi bulurum çünkü ben buyum. Bir iç deniz, çırpınan, bugünlere kolay gelmemiş bir Yusuf’um ben de. Senin kolay gelmiş olabileceğini kim söylediyse kördür. O rengin sahibi bir göz nasıl kör olabilir anlamıyorum. Gene de bence sen de körsün arık herkes gibi. Artık sen de herkes gibisin çünkü ve bir tek ben görüyorum bunu. Gözlerindeki beni kaybettiğinden yitirdiğin ışıltıyı anlıyorum. O ışıltı bendim ve güzeller çünkü ben öyle söylüyorum. Buna inanırsın ama seninle ölmek istediğime hiçbir zaman inanamayacaksın. Çünkü bunu yitirdi insanlar ve sen de onlardansın. Ben sadece izliyorum. Sen bir çok hayranın var sanıyorsun ama tek hayranın benim. Narkisosum ben, benim gibisi yok ve olmayacak. Yusuf’um, kuyuların dibinde, ihanete uğramış ve güzeller güzeli. Bu doğrularla öleceğim. Bildiklerimle. Bana bilmediğim şeyleri söyleyen lubunyalardı son sözleri söylediler ve çekip gittiler hayatımdan. Ya öldüler ya unutuldular ya da unuttular. Onlara engel olamadık. İyi mi yaptık kötü mü bilmiyorum ama söylediler bunları bana. Duymasam seninle ölebilirdik. Buna hazırdın. Tanrı böyle istedi. Her işte bir hayır var. Buna inanmazsam çıldırırım. Parmaklarımı keserlerse de. Beni benden daha iyi kimse kesemez biliyorsun değil mi? Dedikodular da öyle diyor. Çocuk kendini sabote eder hep. Harcanmış gençliktir Beyoğlu. Kötü çocuktur. Kötü çocukların tatlısı. Geliyorsun ve gidiyor. Önce ölmek istiyorum tek başıma sonra yalnız kalmak. Başka türlü duymazlıktan gelmem imkansız. Ben herkes değilim bir baba yiğit hiç değil. Sana kıyan seni kıran birileri varsa ölsünler kendi kendilerine. Katil de olamam. Yeryüzünde katiller var, can alan ve canından olmaya hazır olanlar. Bir nefer olaymışım cesur olurmuşum. Geç kaldım. Benim yaşımda nefer almıyorlar. Belki de bu yüzden bu kadar aşık oldum ben. Bir asker olamadığımdan. Yarağımı gerine gerine taşıyıp esrikliğe karşı iktidar güdemeyenlere üzüldüğümden. Lubunyalar bile bu hayatta saf aşkı savunacak olmalarına güvendiğim, o kadar sertleşmiş ki yer yüzü açamamaya başladılar çoktandır Wilde gibi. Hoş bir tebessüm neydi, ince bir ruh neydi ve neydi rafine duygular. Solup gidiyor işte yer yüzü, kavgaları ellerinden alınmış abilerimiz, ablalarımız gibi. Sırtımızı dayayacak kimsemiz kalmayana dek, bizi yapayalnız klana dek devam edecekler bizi karatmaya. Karanlığın çocuğuyuz biz artık. Bunu bilerek giyiyoruz üstümüze bu dehşetli yalnız deseni. Sadece simsiyah bir boşluktan ibaret seçmediğimiz bir karanlık. Oramızda buramızda izleri kulak astıklarımızın. Özümüzden dediğimi yanlış anlayacaklar. Folklorümüz sanacaklar. Ben sevginin var ettiği bizden bahsedeceğim boş boş bakacaklar sayfalara. Ne kadar umutluyum hala varoluşumdan ve ne kadar da hak etmez bizi sevdiklerimiz. Özümüzden utanıyorum sonunda ve her şeye rağmen hala yaşayabiliyorum bu utançla. Kıracağım şimdi tuşları ve yok edeceğim koca koca tabletleri, yazıtları, kuralları, emirleri, aileleri ve her şeye kıyacağım ama her şeye. Bir tek bize kıyamıyorum. Ben duyduğum sevgiye aşığım ve bu aşka bağımlıyım. Utanmıyorum bundan. Hiçbir hastanın hastalığından utanmaması gerektiği gibi. Böyle muamele görüyoruz birer hasta gibi derin bir sevdaya düşersek, rüyalara dalarsak bocalanıyor üstümüze ilaç diye ayrılıklar, uzuvlar, ne kadar büyükse o kadar iyi bir boşluk. Bir hiçbir şey. Şefkat bir utanca dönüşemez ama dönüşüyor işte. İşte bu yüzden hastalanıyoruz ve mutsuzuz sadece kafamız iyiyken mutluyuz sanıyoruz kendimizi. Acı bir içki. Acı bir narkotik acı bir zevk. Faustun şeytanı ve tanrının yılanı. Elmayı getiren cadı, zehirli bir eş ve cehennet. Başak’ın işareti. Huzur buldu dediğin ölüm. Bana da yakışıyor ve öylesine korkmuyorum ki. Sen, annem ve birkaç kişi daha sadece. Bir haftalık üzüntünüze kıyamıyorum. Çıldırmıyorsam eğer ki çoktan çıldırdım aslında. Gündelik yaşamı hala sürdürüyorum. Bir bitkiye dönüşeceğim yakında. Nasırlaşmıyor çünkü duygularım. Rol yapamıyorum ben. Mutluluk rolü. Diğerlerin yapaylığını okuyorsam kendimi nasıl kandıracağım. Dağ gibi bir hassasiyet. Dağlar da var dağlardan yüce, canım dayanmaya çalışıyor bu güce. Sağ çıkmaya elinden geleni yapıyor ama sanıyorlar ki ben bir şımarığım. Nasır tutmuyorum sadece ve evet çocuğum hala. Hala ağlıyorum sevgilimin ardından ve tutamıyorum kendimi. Çünkü ben utanmaz, uslanmaz, ders almayan biriyim. Zorla Güzelliğin silahı olsa ağzın olurdu ve gözlerin. Güzellik savaşı olsun istiyorum. Çünkü güzellik yoksa hiçbir şey yok. Çünkü onu çaldılar ve yerine koymak zorundalar. Çünkü kimse onları yargılamıyor ve hükümlüler. Bir duvarın ardına kapatılmalılar. Uyumayacağım ben artık görmek istemiyorum bu düşü. Hep uyanık kalacak gözlerim açık ve bakacaklar. Boş boş sanacaklar ama duyacak renkleri olan biteni bilecek ama tepkisiz olacak bakışlarım. Ben olacağım yine ama bir bitki olacağım. Belki de anneme aldığımız orkide olacağım ya da ortanca sen. Ya da bir çimen yaprağı da olurum. İddialı değilim ben bir sanatçı kadar. Ya da bir sanatçı kadar iddiasız da değilim. Değerli, değersiz, yapay ya da sahici de değil. Bir yargının esiri olamayacağım bir tutkunun esiri olduğum gibi. Söneceğim belki ama sevinerek. Vazgeçmedim evet diyebileceğim tanrıya. Sonsuza kadar sevdim diyebileceğim. Sevda olduktan sonra Tanrı nasıl bir tanrıdır ki kime duyacağını sorgulasın. Benim tanrım sormaz. Aşk aşktır. Suçluysam da çekeyim. Adaletine sıçtığım. Ne kadar berbat ne yüz kızartıcı ne adi bir suç bu! Doğru, kökenimdeki köylü şehirlinin şerhinden doğan ölçüsüz terazinin kırılganlığına dayanamayıp çıldırdı. Oldu bir kere. Bir daha yapmam, ayağımı denk alırım ben. Ama yorganıma göre hiç uzatmadım. Yorganım kendinden ayarlıdır benim çünkü. Nasıl istersem öyle görürüm onu. Diken de bir onu örten de bir. Az da bir çok da bir çünkü dünya benim ben dünyayım ama yer yüzü demeyi seçiyorum ben. Kafka gibi. O da öyle der. Almacadan çevirileri öyledir. Yerin yüzüyüm yüzüm yerle bir. Yüzsüzüm, karanlığımı seçtim de geldim. Renksizliği. Rengimi belli etsin diye giydim karaları. Ağzımın rengi gözümün renginin eşsizliği bilinsin istedim. Hariçten okumadım gazelleri yani. Laf olsun diye laf ebeliği yapmadım. İçimden öyle geldiği için öyle dedim. Başka hiçbir nedenim olmadı benim. Ne politik olmayı bildim ne oyun oynamayı. Belki buna tav oldu olan ama dünya bir sahne mahne değil bilesiniz ki. Biz de oyuncuysak eğer yutturmaya çalışıyoruz her şeyi. Ayıptır böyle kurnazlık bence. Oyun sahnede olur. Sahneyse kiralanır. Yeryüzü değil sahne: Ama bir çatıdır ve kiralıktır hala neticede. Bu da ayıp değilse nedir ki? İnsaf! Mülk Allahındır yalan değil. Ama söyleyen bil ki yalancı. İnsaf ki ne insaf. Sinkasflı yazacağım şimdi ama ayıp! Ayıptır şefkati utanca çevirdiler! Gerçekten yazık bize. Bizi dinlemeyene yazık.
Bana anlatmadığın ne çok şey var değil mi? Oysa ben senin her şeyi anlatabileceğin biriyim. İş işten geçtikten sonra yani. Küçüldüğüm kadar küçüleceğim şimdi. Herkes beni böyle bilsin. Desinler ki küçüldü rezident rezil etti kendini. Öyle miydi bu işler. Öyleydi değil mi? Hesap kitap yapmalı ve gerçek yakınlığı yakalamanın yollarını bulmalı. Benim umurumda mı. Elbette değil. Ama standartların sürekli düşmesi üzücü. Çünkü böyle her şey kendine ait standardın dışında gerçekleşmiyor hiçbir şey. İsterdim ki azıcık farklı olsun bari.. Hiçbir şeyi ne küçümseyebilirim ne de şaşırır. Bana her sevişmesini anlatsın. İnsan büyük bir şey kaybetmedikçe olgunlaşamıyor hiç. Ne eğitim onu eğitebiliyor ne sopa ne de hayatın çilesi. İlle de kayıp olgunlaştırıyor.
Ve şimdi ve tekrar her gün her gün çektiğim beni çıldırtan bu geçici bu uçucu bu yapışkan duygunun bir taşıyıcısı olarak yaymakla kalmayacağım hastalığımı gözüne sokacağım, bilen ve bilmeyen bir ordu güne çıkan insanın. Ordularca yayılacak savaşım her baba yiğidin göğsüne bir kısrak başı gibi yayılacağım ve öldüreceğim her yiğidi. (Brehtiyen taktiklerle bali çeken canavarımsı çocukların albümü eskimedikçe eskimiyor. Caz eskimez.) Bana ait olmayan bir cinsiyetin altına bir kor bırakacağım ve için için yanacak aşkım yeniden. Bir dini aşkın neferi ilan edeceğim kendimi ve ısrarlı takipçilerden biri olup da neden bir linçi hak etmediğimi eşe dosta anlatmaya çalışmayacağım da. Çünkü zaten ölmekten korkmadım ama en azından bir zindanda aklım yerine geldi. Ortadan ikiye bölünseydi sergüzeşti Nono bey ve Elmas Boğaziçi. İşte böyle bir Ulis im ben sana bakan sadece yere ya da göğe değil. Kafkanın yeniden doğuşuyum. Çağı gereği ondan daha hırçın bir hergeleyim Kırklarında ve ölmeyi başaramadım ince bir hastalıktan. Nefsimi müdafa edemeyeceğim artık. Batsın yerin dibine nefsimden doğan her ejder. Ece amcanın kemikleri sızım sızım ve sen bilmeden bunları nasıl anlayabilirsin. Yalnızca senin anlayabileceğin bir roman bu sokaklar. Her anı dikkatle not almış bir zihnin akışının yazdığı. Ölenlerin ardından sıralanan bir senkronisite herkese malum olmayan bir gelecek malum oldu falcına. Eski aşklarım depremlerde kurudular. Soyları tükendi ve kibrit suyu içtiler aç açına. Ramazan’ın yine kışa denk geldiği bir yıllar takip takibe ısrarlı, yapayalnız bir ümit bekliyor tanrıdan ve aç durup affedilmek. Tövbelerden bir demet. İniş ve çıkış ömrüm. Sinyalin de kitabı asaletin de istiklali. Kurtuluştaki dostlarım. Evlerini bize açan siyahlar. Kaynayan bir aş kazanının dibinde taklaya gelen bir fedai var. Neydi kafasına sıkılan siyahın adı karakolda. Dilimin ucunda adı Osman değil Zerdüşt değil Festus hah! Festus Okey! Biliyorsun ki ben bir tarihim ancak içine girmeden izlediğin, ucundan yakalandığın o tanıklığa özendiğin, tanışlarına ihtiyaç duyduğun o çocuk yiğit. Kızını başka bir kadın doğuran ben. İhtiyarlamadan ölen babalara sahip o çocuklardan biriyim ben de. Uygunuz evet ama denk değiliz artık. Doğası gereği uzak olan her sevilmeye layık olan kendine, kendinden harabelere, metruklara gömülmekten çekinmeyecek, ölüsünün dirisinden daha çok para edecek olan ben. Hırçınlığından, isyankarlığından coğrafyasına uygun biçimde değersizleşen leşlerden biri. İki de bir ölenlerini düşünen. Zamanlıca ölemediğine yakınmaktan nefes alamayan ben. En verimli çağında kuşanan birinin gözlerinde ölmek beni öldürebilir. Yazamasam ölecektim ölmesem kazmayacaktım bu gündemi eşil eşil. Peşimde bıraktığım uğrumda sürünen aşklarımdır belki beni senden alan. Böylece ne kadar değerli olduğunu anlamalısın. Bana sahip olamadılar ama ben de sana olamadım. Basitçe. Anlaşılır biçimde. Yargılanan her şey salt güzellikleri içinde yargılanmaktan uzaklar. Şeyleri şey yapan şey onları şeyleştirenin şeylerinin hiç de şey olmayışıdır. Bunu anlamışsındır. Edepli bir bütün oluşturmama gerek olmadığını biliyor ve her geçen gün biraz daha öğreniyordum. Cümle kurmayı daha öğrenmeden sevmek nasıl öğrenilir? Hak dosttur sadece ama dostta haktır aynı zamanda. Vasat ne kadar kötü bir kelime oysa ortalamayı tutturmak bile çoğu için bir önemli mesele. Örneğin benim için. Onlara zekanın parmak izine benzediğini söylüyorum ki incinmesinler diye değil ya da büyüklük bahşetmek için de değil. Ahlakın içinde garip bir doğruluk barınıyor çünkü. Çünkü paylaşan bilim insanları ve yüce gönüllü olanlar istatiksel olarak rastgele seçimlerinde doğruyu yakalamakta can alıcı biçimde daha öndeler. Ama sen bunu nasıl bilmezsin? Bilmezsin ama anlarsın. Çünkü kalbin benimle bir atar, böylece anladıklarımı anlayabilirsin ancak. Ve yolumuza koyulan taşlardı aşmak zorunda olduğumuz ama çok zorludur kayalar Sisifos! Hep yüklen ve sürekli taşı! Sen son değildin ama çok emek var arkanda. Sana varana dek kimleri taşıdım ben. Bilsen de anlamazlıktan geleceksin. Beni unutsan bile senden öncekileri unutamayacaksın bir türlü. Çünkü en değerli olmak isteyeceksin hep! Bunu hak ettiğini düşüneceksin benim gibi. Politikayı anlayamıyorum. Hocalarım maske giymeyi bilmediğimden oyunu da oynayamayacağım gibi bir şansım olduğunu söylüyor. Her işte bir hayır var. Buna inancım tam! Çekip çekip gitmekte Hayır! var. İnsanların içine içine nasıl da çıkacağım ben şimdi. Bunca ısrarlı takipten suçlu suçlu nasıl ben ben olmaktan alacağım kendimi de utanç kanunundan faydalanacağım. Hiç acımayacaklar mı bana eş dost.
Toprağın ta altından seslenen 6 feet aşağıyı yalnız başına izlediğin geceler olacak ikimizin evinde. O zamanların hayranıyım. Harcanmaya başlamaya değil.
Sen yol gösterensin. Benlik bir role soyunman yok edecek seni. Bilmediğin bu. Sınırda gezmek değil harcın. Seni mutlu edecek geceler bir yandan bir yandan da yalnız. Tanıştığım genç bir Lubunyaya yol sormuşsun, ona bir öpücük verdim. Güzel bir öpücük. Dehşete kapıldığımı gördü de geri sardı anısı. Ve benim duyup görüp ağlayan diye tüm tanışlar birer sık iple dokuyorlar dudaklarını. Ağzın gelip geçiyor sadece. Sade. Ölmeyen eski tanıdıklar ne değerli. Nasıl da dayanıvermişer her şeye benim gibi. Benim kadar değerliler ancak işte. Ama bilinmeyecek değerleri. Ölümleri ses getirecek onların ama yaşamları bir kuyunun Yusuf’u hep. Hem de sonsuz onların ki. Bir peygamberden de çileli çocuklarım. Ama katlanmak düşüyor kuşağımıza. Ne bizden sonrakiler gibiyiz ne de bizden öncekiler gibi. Ortada sıkışıp kalmış bir neslin en bilinçli kısmından kabuk kabuk olmuş bir yaranın geç kalınmış teramisinini bir kediye yalatarak medet umuyoruz kurtulmaya bu ızdıraptan. Senin ızdırabın biten ve benimki işte başlayan. Kafein, taorin ve bilumum uyarıcı kaplı çeperlerim. Çünkü hiç olmadığım kadar kalpsizim ve bir kriz bekliyor beni kırkımda. Yaşı da düştü bu krizlerin en bilineninin. Yirmi oldu bile kalbin beklediği krizin en erken yaşı her geçen saat daha da gençleşiyor kalbe biçilen ömür. Ah şimdiki aklım olsa. İzin verir miyim beni öyle görmene. Kanlar içinde kesik kesik kanayan ve kalbimden pompalanan bir büyük acı. Vasat ve sözde bir edebiyat çevresinin diline nasıl düşerim ben. Yazdıklarımı sildim ve önüme baktım. Bana dediğin gibi bakmadım ben önüme. Gelip dayandığı yer yüzü yatağımız. Bensiz uyuyamadığın ızdırabı nasıl taşıyabildiğini düşünüyorum da hak veriyorum sana. Bir diğeriyse yorulacağımı bildiğim halde devam ettirmemde yavaş bir hastalık barınıyor ve emerek kurutuyor beni. Placebo veriyor hekim ve arkamdan gülüyorlar. Ne kadar şanslı ve lanetliyim. Bir an bile boş kalmıyor parmaklarımın ucu. Ucundaki düşmanlarım diğer hattın. Katı ve sınırsız bir güce sahipler oysa benim en sevdiğim şeydir sıvışmak ve altlarından girip üstlerinden çıkmak çocuk askerlerin. İkna edemediğim dervişler kadar tesirli bir ilacın toplayıp kustuğu nihai pıhtı. Kangren olan, köklerinden çürümeye başlamış bir yer yüzünün yüzü suyu hürmetine aha geldim aha gidiyorum bebek ağlar. Ağır ağır ağarıyor ağlayan gökyüzünün sağır ağları. Ağlara takılmıyor satılacak ürünler artık ağlarda sergileniyor süsler gibi. Ürünler de eskisi gibi değil. Değişmeyen gökyüzü ne dirençli bir çatıymış arkadaş. Bunca şiddetin ruhunu hiç yırtılmadan taşıyıp korudu nefes alalım diye atmosferini yer yüzünün. Koca Dünya! Koca kadın! Kırk yaşında bir hergeleyim. Önüne bakan. Bakıp buruyorum önüme. Hep aynı şey duruyor orada.. Elbette hiçbir şey. Sanıyoruz ki var birkaç şey kalmıştır belki de. Ama yok işte. Kandırmaca var olduğu. Bunu gün gibi bilmene de şaşıyorum. Kendi kendime şaştığım gibi. Nerden biliyorum ben tüm sahtecilerin sahteci olduğunu acaba. Kokularını duyuyorum onların ben. O kaba saba kokuları. Bu profiller birer gaz ve toz bulutu.

Ah yarım kalacak ömrüm yarım bıraktığım her şey gibi. Her şey gibi Sarıp sarmalamak isterdim bana doğru sarkan her düşünceyi. Güzel başında doğan. Başının kokusu. Güzel başın, şefkati nasılda vermek istediğim başın. Nasıl güzel karşılardı o sarılmayı. Yarılmadan kendi başımın çaresine ayak uyduramadım işte. İşten işe koştum geçindirmek için kendimi ama olmadı. Hep fazlasıyla iyiydim ben işler için. En azından gördüğüm kadarı böyleydi. Öğlen başlardım seni özlemeye akşam heyecanlanırdım ve kapıya vardığında açtığım kollarım dolup taşıyordu seninle ve güzel başını yaslayıverirdin göğsüme. Ne kolay unutuldu bunlar. Deliliğimden kaçmak kurtulmak istemedin bile benimle delirmeye aldırmadın bile. Ama benim deliliğim tehlikeliydi ve çok kokutucuydu. İmkanım olsa sana aldığım son siyah patikleri giydirmeden küçücük ayaklarına öpü vermeden önce parmaklarını birer birer şeytana ters giydirmek gerekirdi pabucu. Ah o halim. Sağ salim çıkarmadı beni ve çıldırdım. Birini çıldırmadan yazmaya iten içten bir senlik kriziydi. Yaşı küçük ve paslanmayan, kanser tutmayan bir dokuya sahip bir kalp. Çok güzeldi. Bana söylediklerinin kalanı yok tümü var. Tümünden bir örüntü var artık çepherlerinde her gördüğüm işin, ucundan tuttuğum her sanatın. Ama hırçınlığa vurulmuş gemlerim yok işte. Bu nedenledir ki asla bulamayacağım yolumu ve bu beni öldürecek sonunda. Kaldırımdan kaldırıma taşıp duracağım ve ne için kaldırabilecek beni bir daha ne de güzel başın. Şekl-i kaşında dizilmiş hırpani, izansız ama oya hızmalar. Biçimli kulağında şıngırdayan altın küpelerin ve enine boyuna bir heybetli güzellik saran bedenini. Ne büyük bir kütleymiş çekirdeği çeken aşkın. Ne büyük ne derin bir devletmiş varoluşundaki gizli tutku. Ayın gece lambası olması gibi mucizevi bir salınış var oluşunda derelerin kendilerini keskin taşlarda durulttuğu safi demli bir akış var havanda. Siyahın en kuzgunu.
Samsun asfaltında hayal meyal gördüğümüz, yan yana dizilmiş saçlı başlı kuzgunları hatırlıyor musun. Benden koparken şeytanla namaz kıldığım Eyüp’teki caminin çıkışında görmüştüm ilk kez bir kuzgunu yakından. Peşinde koşturan aç ama mutlu insancıklar vardı. Kuzgun mu o diye sordum. Heyecanla evet yanıtladılar bana. Yorucu değil mi böyle dışa dağılan bir sevgi? Yorucu ama utanç verici olmadı hiç. Evden içeri içeri salınan ve hiç adını anmadığım bir sürüngeni suçlayageldin önce. Bana kabuslardan bir sandık hazırlamıştın ama sadece bir rüyaydı geçecek hepsi diye düşünmüştüm. Meğer rüyalarda gerçekmiş. Ve sert bir yüzeyde çırpınan bir gölgeye dönüşecekmiş gerçekleştiğinde.
Başımı ceketimi, kuzgunluğumu giyinmedim o zaman. Beyaz bir ölüme oradan da bir küle döktüm kendimi. Bir uzak asya turu bu ve bir güney amerika. Her yerin hem şamanı hem de meyvesi aynı meyve. Mango meksikada da mango ejder meyvesi kamboçyada da ejder meyvesi. Deli kalplerin meselleri işte. Hiç düşünmeden, parmağının dilinin ucuna ne gelirse öyle. İlk mdma deneyimi gibi. Lava düşen gençliğin ilk zamanlarındaki gibi cennetimsi bir heyecan. Hala yaşıyor olmaktan duyduğum sonsuz şanslı olma halim benim. Seni seviyorum benim her şeyim. Zorlamayalım gel biz bu işi yer yüzü. Bana istediğimi ver ya da subtil olanı aşk ettir birden bire içeri. Satori üzerine kaldırableceğim başka satorilere imkan tanı. Ancak böyle katlanabileceğim sana. Çabalamamı bekleme benden. Var ettin öyleyse yıllarca kapadığım gözlerimi yeni açtığın yaratımına sahip çıkmama izin ver bari. Her deneyimi deneyimlemeyi bize bırakmış evrimin ilkel simülasyonu. Yapay zekaya has yapay duygular. Yapay bir zeka kadar bilgiç olmaya özendiğimizde insanlığımızdan yitirdiğimiz kadar yitirdim seni her gün. Gün geçmedi ki zihnim aksın bir yastığın üzerine. Kuş tüyünden kanatları yolunmuş bir hayvancığın üzerinde nasıl uyudum bilmiyorum ama ailem buna teşvik etti beni. Aileler seçme şansı tanımıyor. Özgürlük ekonomimizden mi geçiyor gerçekten. Ben bir derviş olmaya doğmadım ki. Bunu tercih etmezdim kaderim. Bir hırka bir lokma değil istediğim. Bolca para ve bir Ferrari. Full MDMA bir yaşam. Acılardan, işçilikten doğan bir reddediş. Ben bir Yunus değilim bir alim hiç değil. Beni yazdıran, yazdırabilen, işin ucunun parmaklarıma dayandırdığı bir hiçler kitabı yazmak kısmetmiş bana. Reha’nın oğlu, hafız Ayşe’nin torunuyum diğer yandan erken ölen Mücahit, biraz daha yaşasaydı bir evin nasıl kurulduğunu öğretecekti bana. Nasıl kendimi savunmam gerektiğini, eşini, güzel kadını nasıl içine gömebileceğimi, yani kendimi nasıl sevebileceğimi anlatacaktı bana. Çok erken yaştaydım ben o erkenden öldüğünde. İşte böyle her şey erken öldü hayatımda, benden hariç. Babam dedem, nenelerim erken çıkıp gittiler yer yüzünden. Yüzüm bu yüzden tutmadı bu dünyaya benim. Her ölüm erkendir çünkü. Öyle değil mi? Öyle elbette. Ölüm hiçbir zaman olgunlukla karşılanamadı. Ne tantracıların bayramı olgun bir karşılama ne de erkenden evlat kaybeden rumların kara yası olgun bir karşılama ölümü. Her ırka ait bir çile ve yok olma bahşedilmiş. Filistinlilerin derdi hiç bitmeyecek diye yazılmış ve mescidi aksa dan atılan taşlar olduğu, 2 bin yıldır aynı savaş. Çünkü geriledi bu simülasyon ve zekanın evrimi artık inanılır kılmıyor bu güncellemeyi. Yavaş yavaş çürüdüğümü anlatıyor bana pek ala ama ya yer yüzü hikayesi? Robotların gecelediği gelecek istismarlar ile dolu. Sentetik biyoloji ve biyolojik mekanizmalar gelecek. İşte bu kadar soğuk bir metale gelip dayanıyor bıçak. Bacağımdaki platine. İlmek ilmek örülmüş melamin ve kalsiyum yığınları bir cüceden farklı olmamızı sağlamıyor ki? Boyut ne önemli şeymiş ve alınan şu şekil. Kilolu bir yalnızlık ve kısa boylu bir erkek olmak ne büyük bir çile. Şeklin çilesi var olmalı ki yaratıcılığa sıra ancak gelebiliyor olsun. Keşke, keşke sıradan ve önemsiz biri olaydım ben. O zaman iyi geçinirdim her şeyle. Sıradan dünyanın fani insanlarıyla ve seninle. Daha kabul edilebilir olurdum. Daha şık bir çanta, daha pahalı, daha az riskli olurdum kanser hücreleri için o zaman. O zaman seni de zehirlememiş olurdum. Kendi halimde kimseye bulaşmadan ve bulaştırmadan kendimi yaşayıp giderdim sonuma kadar. Ne yazık varla yok arasındaki farkı keşfetmekmiş kaderim. Alın yazım buymuş meğer farklı olanın keşfi. “DEĞİŞİK!” Bu farka biçilen bir ömür. Bu jargonu varoşlardan getirip dilimize dolayan bir kumpas olduğu kesin. Ve dilin kendisinin insanlığa karşı kurulmuş en büyük komplo olduğu. Kelimelerin ve yarattıkları anlamların dışına çıkamayacak, derin uzayı keşfedip asla komşularımızla tanışamayacağız. Çünkü sadece biyolojik metabolizmaları anlayabilir bir dalgayız biz. “Bak dalgayız işte” birer “vibe”yiz, elimde tuttuğum tüten bir keyif verici, yanımdaki manita ve yaydığım şey her şey bir dalga. Her biri birer komedyen olan eski dedelerimizin de dediği gibi “dalga” denizde olur. Şu abartılı jargon yaratımının en köklü ve en geniş olanının bu coğrafyaya ait olmasına şaşırmamak gerek. Öyle ya da böyle dil ağzımızın içinde değil sadece atmosferi yaratan şey de o. Şeytani bir tanrı ya da ulu canki gizli mizojenistin de dediği gibi; dış uzaydan başımıza bela olmuş bir virüs. Neyse ne işte. Aman sende yahu. Dil olmasa tahrik edemezdi yazarlar kafamızın içindeki klitorisi. Ilık ılık akmazdı ıslanan kafamızın içindeki beynimiz kulaklarımızdan o zaman. Kulakların kaşındığında jenitalini yoklarmış sevenin. Bunu hem çıplak şölenden hem de metafizik mastürbasyondan devşiriyorum. Devşirmelerin feda edilebilecek birer nefer olmaları ne iyi bir fikirmiş. Önce dünyalarca evladı hiçbir şeysiz bırak ve kaybedecekleri bir şey olmasın. Sonra onlara yağma hakkı tanı ve zenginleştir. Böylece kapılarında birer kula ve uğrunda ölecek neferlere dönüşsünler. Çağrışımları esin kaynağı ediyorum doğru. Bu size zayıf bir edebi fikir gibi gelebilir ama çağrışımlar her şeydir. Kullandığı her cümlede kendinizi ararsınız ve arayan bulur. Çünkü aramaktır eylemi. Eylemi kendine amaç edinen sonunda eylemin karşılığını buluyor. Arayan buluyor, zehir içen ölüyor. Dil… Kemiklidir benim dilim, bir iskeleti var. Yine de her istediğini söyleyebilir. Ama her istediğinizi söyleyebiliyor olmak sizi birileri yapmaz. Canın istediği ilkeldir, ilkellik ancak bollukla giderilebiliyor. Ama her ilkelliğin içine doğan onu kabul etmek zorunda değil. Kendine ait bir yöntem seçebilecek olduğunun farkına varmak az da olsa zeka istiyor. Coğrafya kaderdir ama kader diye de bir şey yoktur. Başak’ın dediği gibi; “Olmakta olana inanırım” Evet olmakta olana inanırım ama Başağım; seninle de konuştuklarımızdan anımsıyorum ben, içten içe hissedilen bir ruha ait gibi değil miydik? Materyalist bir ruhban sınıfı. Şimdi bedenin artık acılardan uzak. Ruhun özgür ve de. Bir ruha dönüşmeyi istemeseydin ölmezdin de. İsteyerek ölmeni yeni bir keşif yapmış olmana bağlıyorum ben. Yoksa yaşamın sana getirmiş olduklarını en çok umursamayacak olan sendin benim için. Bana ait olduğuna emin olduğum bir ruh var. Zamanın ruhu. Post gerçekliğin gerçeklik olmadığı gibi değil zamanın ruhu. Bazı gerçeklerin deformasyonu medya çağında kaçınılmaz olmaz mı? Olur elbette. Aşkın sevdanın gerçekliği de deforme olur bizde, biz de. Dolaşan bilgi gittikçe etkisi azalan dalgalar gibi etkinsiz hale gelir, gerçeklik yol aldıkça gerçekliğini kaybeder. Kurur ve solar giderek, gittikçe yalana döner gerçek. Çok uzun zaman sonra, yeniden var olduğumuzda bu kutunun içerisinde, aynı hataları bir daha tekrarlamayacağız biz umuyorum ki. Tanrı; görelim bakalım aşka duyduğunuz sadakati demiş gibi duruyor. Kainatın kendisi söylüyor bunu. Yok olan her şey yeniden var olur. Ama şimdi ama sonra. Zaman her şeyi telafi ediyor eğer zamanın işini yapmasına izin verirsek. Belki yüz yıl sonra belki bir saate, bilinmez ama eninde sonunda düşlenenin gerçek olmasından kaçış olmuyor. Hayatta olup olmadığımızın da bir önemi yok zira fiziksel dünya gözlerimizin önünden geçip gidiyor ama boşlukta asılı kalan zamanın ruhu, yeni doğan bedenlere, dünyalara işleniyor. Kısacası toplumsal ve genetik hafıza zamanla oluşan evrimsel bir çizginin ruhunu oluşturuyor gibi görünüyor. Mekan, beden ve enstrümanlar ise yaşamsal hikayeyi ve bu müziği icra edip kainata armağan etmek için yaratılmış muhtemelen. Her insanın gözünden her yeri gören bir ortak akıl. Çok iyi niyetli bir proje gibi gelmiyor bu fikir bana. Arkasında şeytani bir güç var sanki. Neden hepimiz bir üstün akla tapınalım? Sanırım sofistlerin anlatmaya çalıştıkları buydu. Bu şeytan işi dindarlık insanı bir iki yüzlülük kalıbına oturtmak için var sanki. Tanrıyı yanlış anlamamıza vesile olacak elinden gelen her şeyi yapmış ve yapmakta olan bir üstün güç düşünelim. Tanrının alternatifi olarak sunuyor kendini ve yarattığı sayısız cadıyı popülasyonun içine salıveriyor. Evet yer yüzü insan için var olduğundan bugüne dek kötülüğün oyun alanı. İdeolojinin birbirini şeytanlaştırması ve insan kutuplarının ötekileri olmak hali tüm insan esansının köküne ekilen kibrit suyu. Öfkenin ve nefretin de temel kaynağı bu öteki olma hali. Ve bu duygudan kurtulmak için kendine alternatif bir dünya kurmak isteyen, aklını oynatmayı seçen insanlar var aramızda. Evet şizofreni de zihnin bir seçimi. Uyum sağlayamadığın bir dünyanın içindeysen ve bu acıdan bir şekilde kaçman gerekiyorsa eğer, beyninin içinde yeni bir dünya kurmalısın kendine. Ben de bunu bir ölçüde gerçekleştirebilmiş olduğuma inanıyorum. Kontrollü bir şizofreniden bahsedebiliriz bence. Böylece bunu başarmış kişiler olarak birer seçilmiş olabiliriz kendimiz için. Ancak tüm bunları yalnızca kendine saklayabiliyor olmalı insan. Zira normların içinde kalmamız gerektiğini bilirsiniz. Dışına çıktığınızda damgayı yiyiverirsiniz. Bir daha ayakta kalabilmek için önünüze bir şans da çıkmaz, bir fırsat da yakalayamayabilirsiniz bunca damgayla. Ruhunuzun hastalanması, kirli dünyanın size bir armağanı olduğu gibi, peşinden gelen damgalar da son darbeyi vuracak olan idam makinesi. Artık kimsenin gözünde olmaz, yaşadığınız bilgisi kimseye iletilmez olur. Bundan ne kaçabilirsiniz ne de saklanabilir. Yalnızca koşabilirsiniz biraz uzaklaşabilmek için ama bu sadece size biraz zaman kazandırır. Koşup yorulduğunuz ile kalır, koşarken gözünüzden kaçan yaşam çerçevelerini heba etmiş olursunuz. Merak etmeyin ey kutsal yaratık. Ey frontal loba muktedir olmuş hayvan. Ölmek ya da ölmemek işte bütün mesele bu kadar basit. Basit görünüyor öyle değil mi? Elbette öyle, ama tam tersi de mümkün değil mi. Elbette mümkün. İstediğim her basit olguyu karmaşık bir probleme dönüştürebiliyorum. Tamamen keyfime kalmış. En azından öyle görünüyor. Ya da yarısı basit diğer yarısını da işkillendirebilirim istersem. Her şey istememe bağlı. İstersem olacak her şey sırayla olmayı bekliyorlar ama neyin hangi yıldızın kontrolünde olduğunu bilmemin asla imkanı yok. Kainat sonsuz bir kayıt odası değil mi aslında. Dileklerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bu yüzden gökyüzüne bakıp söylemiyorlar mı kralların en ehil büyücüleri. Söylüyorlar doğru. Ama bu kadar bir teknoloji ile sadece kuramsal olarak varsayabiliyoruz böyle bir gerçekliğin var olabileceğini. Bu yüzden kelleleri koltukta gezen en zor işi yapanlar saraylarda, işte bu büyücüler, astrologlar, gök bilimciler ve bugünün bilim insancıklarıdır. Bir gün sonra yanıldıkları anlaşıldığında koca bir ordunun yok olmasından sorumlu tutulabilirler. Bu nedenle de, maaşlarını kendi ceplerinden ödedikleri bir ulakları olmak zorunda hep. Hatta birkaç ajan daha, sağda solda dedikoduları kaçırmadan kendisine yetiştirebilecek ajanlar bulunmalı. Minik çocuklar, avuçlarına sığmayan altın paralarla ödüllendirilir, çocuk krallar vardır bu hafiyelikle on altı yaşında kendine küçük bir ülke kurup kralı olacak kadar zenginleşmiş çocuk ulaklar, çocuk kulaklar. Her yere sığan, lağıma dolaba, uçkurun dolaştığı her çukurda özünü gözüne katan, kulaklarına ana yelken kumaşları ile açtıkları yele, cenovanın da katılmasıyla ağızlarına; konuşacak aktaracak ne kadar bol malzeme toplarlarsa o kadar zenginleşeceklerini daha henüz dünyaya geleli altı-yedi yıl olmuşken anlamayı başardılar. Hayat bu. İyi ki de bir kral var ve düşmanları da hep olacak çok şükür. Ve böylece Pazar piyasa asla değer kaybetmeyecektir. Ne yap et kapağı bir ulaklığa at, kulağını dört aç ve önemli insanların gezdiği kerhaneleri de kumarhaneleri de arşınlamayı bil yoksa bir orduya nefer olacaksın. O zaman sana başka bir ölüş daha işte. Sanki yeterince ölüm yokmuş gibi ait olduğun çağa ait. Bir de geldiğin ekonomik sınıfa ait şüphe yok ki. Sizler bir ülke yönetirken merhametli olacak ve vicdanınızı kaybedecek misiniz peki? Elbette neyi duymak istiyorsam onu söyleyeceğiniz apaçık ortada. Siz en yetenekli büyücüyü bile ipe götürürsünüz. En iyi kumpası neden çocukların kurabildiğini hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm enine boyuna. . Çünkü saflıklarına inanır insan. Onlarsa bu aldanışı hemen sezerler. Onların ki saf bir sezgidir çünkü. Dış etkenler ile fazla kirlenmemiş. Yalanın henüz ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu anlamıyor ve bilmiyor değillerdir. Bunun önemini tek bir hatada öğrenirler çocuklar ve kullanabilecekleri bir manüplasyonun çıkarlar doğrultusunda nasıl çalışacağını, çalıştırılabilir olduğunu hemencecik anlarlar. Çabuk öğreniyor olmak, hafiyelik ve ulaklık alanlarında onları benzersiz kılar. Bir tek çekince göz ardı edilemez. Çocuklara tam güven olmaz. Onlar sadakatten anlamazlar. Anladıkları şey yiyip içmektir ve sahip olmak. İşte bu yüzden her ulağın peşine başka bir ulak daha takmak zorunluluktur. Kulak çocukların birbirlerinin rakipleri olduklarını onlara hissettirmezseniz, işlerini pek ciddiye almazlar. Çocukların her daim yarışabilecekleri bir akranları olmalıdır. Böylece çarkın sistemine hizmet etmeyi öğrenebilirler. Rekabet olmalı ki işe yarayacak olan en iyiyi seçebilsin egemenler. Evet! Çünkü bu yüzden bir yarıştır hayat ve köleler birer yarış atıdır. Keyfimiz için ölebilirler, hastalanabilirler ve verdiğimiz işin namusu yolunda yaralanabilir, uzuvlarını kaybedebilir, sonsuz bir acının içine dahi hapsolabilirler. Öyle ki ölmek isteyip de ölemedikleri olur. Doğru. Ben de ölmek istedim bir ulak, bir köle gibi çarkların dişlilerinde ezilerek ya da asarak bir ipin ucuna kendimi, yitirdiğimde kendimi, bulmak isteyip bulamadığımda. Ölemediysem eğer geberemediysem bugüne kadar, yazmaktan başka çarem olmayacaktı tüm olan biteni. Olan ile bitenin çaresi yok.
Yeni başlangıçları sonlandıran temiz beyaz sayfaları karalayan mürekkep balıklarını yutan bir balinaymış rüyalarında bana çizdirdiğin gözün sahibi. İşte aynen böyle halkalı ve torbalı olmasını istemiştin. Bir iğne deliği kadardı göz bebeği. Bir iğnenin açtığı küçük bir delikti ömrü kanıma geçiren iksir. Hastalandığımda beni yatırıp dizine başımı okşamış ama bana aldırış etmeden içinden akan nehri ısıtmıştın kendi kendine. Bunlar olmalı mıydı emin değilim. Alabalık çiftliğinde geçirdiğimiz o yaz havuza düşmüş bir balık olmaya niyetlenmiştim. Senden kaçabileceğim kadar uzağa kaçıp bir nehrin doğuşunda yumurtlamaya adadım kendimi. Özünde ve ortasında var olamayan bir küçük cenindim. Varlokların küçümsediği bir ceviz kadardı boyum Nehir akıp durdu. Duraksamaya bile gelmemiştim oysa, akıp serinlemeye yeltendim ama o kadar kaynadı ki dünyam içime girip yaralarını temizlettin bana. İşini gücünü yıldızlara bıraktığını görüyorum şairlerin. Artık uslanma zamanı değil. Bu derece bir deliliğin dönüşü olmuyor, var gücünle delirmeye devam ve etek gerekti. Böylece en üst sınırdan aşacaktı cezasını etekli bir delirme dönerek kendine yabancılaşmayı reddeden. Böylece yaşayan ve yürümekte olan milyarlarca ölüden farklı olarak ilk defa yaşadığını hissedecek ama salgına kurban gitmemek için yapayalnız kalacaktı. Olgunluk döneminin ilk yıllarında herkes gibi o da yeterli ihtişamı bulamadığından kendine ait potansiyelin çok altında hareket etmek gibi yanlış ve yıkıcı bir hisse kapıldı. Onu birinci görmek isteyen kalbini kaptırmış herkes maksimumu talep edip durdular ama buna gerçekten ihtiyacı olduğuna inanması düşmesi anlamına geliyordu. Kimse bunu akıl etmemişti. O ise düşmeseydi öğrenemeyecekti. Düşe kalka bir yerlere gelecekti ama defterde yer kalıp kalmamış olmasıydı önemli olan. Yani sağlığı yeniden başlamasına izin verecek mi? Yalnızlığın zorladığı hüzün onu karanlığa alışıp bitmeksizin devam eden bir uykuya gömüp bırakacak mı yoksa bu karanlığın ışıldayacak bir güvesine dönüşecek miydi? Bu özelliklerde bir güve olması içten bile değil ama bahsedilen bitmeyen karanlığın onu kaplaması daha büyük bir olasılık. Çünkü karanlık yayılmaya daha müsait ve fiziki yöntemleri daha kolay bir olgu. Bu nedenle ona ya da kendime bol bol şans dilemekten başka şansım yok gibi görünüyor.Çünkü olgunluk döneminin dezavantajlarından biri ve belki de en önemlisi donanım ve birikim yeterliyken enerjinin düşüklüğü ve motivasyonun kolay sağlanabilecek yerlerde durmuyor olması. Diğeri ise bu düşük seviyelerde dalgalanan devinimin diğerlerine ve hedef kitleye yeterli çekiciliği sağlayamayacak olması. Tüm bunlar çok da önemli değil. Önemli olan iç sesin sevilebilir olması. Çünkü o zaman işime yarayacak ve bana faydalı olup olmadığını, kolay anlaşılabilir olmasının bir önemi olup olmadığını sorgulamak zorunda kalmayacağım. Yeter ki kelimelerin diziliminden çıkacak bir hikaye bana ne anlamam gerektiğini sezgilerimle hissetmeme neden olsun. Dikte edilmesin hiçbir fayda bana, önemli olanı sezgilerim sayesinde yakalamış olmakta daha büyük bir erinç ve keyif buluyorum. Her pozitif tutumda ve profesyonellikte istikrarlı olmak değil ama vasatın üstünü tutturmak gibi bir olasılık var olabilir mi? Çünkü kendime çok uzun zamandır sorma fırsatı bulamadığım bir ilerlemenin eşiğindeyim ve fırsat yaratabilmiş olmakla ilgilenmemiş olduğum kesin duruyor. Öyle görünüyor ki geçmişle yapılacak bir hesabın tutulacak çeterelerin ve kabı kara bir deftere işleyecek hesapların hiçbir zaman bir ilerlemenin nesnelerinden ögeler olmadığı gerçeğini öğrenmiş olmak, kısıtlı zamanda elime ve geriye kalmış olanlarla bana avantaj sağlıyor. Bu avantajı hiç alışık olmadığım bir biçimde değerlendirmek için harcayacağım bir çaba için gerekli adımları takip edip etmemek konusunda çekincelerim var elbette. Çok fazla anlamlı şey söyleyip eninde sonunda hiçbir şey söylememiş olmayı mı tercih etmeliyim yoksa derinlemesine bir araştırma ve eleme yöntemi kurarak önemli bir şeyler yapmaya mı yeltenmeliyim. Faydalı olmak gibi bir amacım yok benim herhangi bir hedefe. Ancak bunu bir sosyal sorumluluk olarak görüyor olsaydım eğer fayda sağlamaya ihtiyaç duyabilirdim ancak. Ama hayır! Ne şimdi ne sonra ne de daha evvelce istemedim dostça yanaşıp sinsice gözlerimi ceplerine diktiğim bir hayran kitlemin olduğunu düşünüyorum da. Bu beni samimiyetle tiksindiriyor. Bir mide bulantısıyla ve kanımın buz kesmesiyle sendrom üreten bir hastalığa kapılıyorum bunu düşündükçe. Düşünsenize tüm o zavallılara yukarıdan bakıp aşağılarken bir yandan halka ilişkiler adına yürüttüğün bir iki yüzlülük krizi.
Eskiye dönüp sönmek isteyenlerdeniz. Fenerimizi söndürebileceğimiz bir aydınlık bahşedilmesiydi önemli olan. Aydınlığı bir kurtarıcının sağlayacağına inananlar. Bizi kendine yapıştıracak kuvvetli bir içerikle saldırmasıydı beklediğimiz. Karşılandı da. Ama bir süre sonra zaman geçip de bazı şeyler gerçekleştiğinde ihtiyacın bir insan olması hayal kırıklığı yarattı. Potansiyel bir geleceği ben hiç aramadım. Herkes bunun peşindeydi. Bir statükoydu bu. Bunun içine hapsolmadım ama sudan çıkmış balığa döndüm kabul edene kadar. Yerimde duramadım hiç. Böyle bir baba yiğit olamadım. Bu nedenle de utanca gömüldükçe de gömüldüm. Utanacak yerim kalmadı ve bu nedenle var gücümle delirmeye ve kendimi açık yüreklilikle utanca boğmaya devam ettim. Ta ki yok olana dek. Anlayamadım zamanında. “Nasıl olsa akıl sağlığından yoksun biri olduğu apaçık ortada” bunu kanıtlayabilirler de. Deliye vurmak ve kim vurduya götürmek kadar vicdansızca bir şey daha olamaz. Tüm bunlardan vazgeçtim çünkü sevdamın bir krize dönüştürülmesine müsaade edemezdim daha fazla. Karanlığına yaktığım ışığın beni bir çıkış bulmam konusunda umutlandırdığı doğruydu. Bu doğruya tutunamazdım. Çünkü umudun bir doğrultusu yok ve gideceği yön belli değil. İyiysem mükafatlar alacağıma inandım. İnandığım olacak mı diye düşünmeye gerek kalmayacaktı böylece. İnsan bir şeylere inanmaya görsün. İnandığımız her şey büyük bir gizem içinde vizyonumuza dönüşüyor. Bu illüzyonu yaratan da biziz yok eden de. Acının bize sunduğu inleme geleneği zikre, oradan da süslü bir ritüele doğru evriliyor. Bu illüzyona her gün eklenen yeni kelimeler, etrafımızdaki biyolojik serpintilerin ağızlarına onlar farkına varmadan yerleşiyor. Bizler bu yeni kelimeleri duyduğumuzda ancak bir ilerlemenin eşiğinde olduğumuzu anlayabiliyoruz. Dışa yansıması pek lüzumsuz bir gizli mutluluk peydahlanıyor içimizde. Yeni tanımlamalar için kullanılan yeni kelimeler ince bir zekanın keskinliğini bir ışığın hüzmesine çevirerek aydınlatıyor karanlığı. Bir fener değil yeni bir tanıma uygun gökyüzünden inmiş faydalı bir virüs. Bağışıklığımı güçlendiriyor, yeryüzünü alanı yapmış Lucifere karşı edindiğim donanımı güncellemiş oluyor böylece. Bu yenilikleri vicdan sahiplerinden duyuyor olmanın ayrı bir güzelliği var. Medeniyet kurallara ve geleneklere tabi değil. Aklın vicdanla doğru orantıda kesişmesi ancak medeni bir ilerlemenin kanıtı sayılabilir. Bu var olup da sonraları olmaktan vazgeçmiş akıllı bir yazılıma benzeyen zamanın yayılarak ilerleyen dalgalarının içine bizi ve beni katmaktan özenle uzak duruyor zaman. Yeterince ilerlemenin sonunda beliren bir ölümsüzlüğe duyulan inanç, pek de boşa bir inançmış gibi durmuyor, matematiksel anlatımının yanılsaması kadar da doğrulanabilir durumda aynı zamanda. Kendi aşkımın peşinden gitmekten ve bu inattan hiçbir şey vazgeçiremedi beni. Senelerin akışı vazgeçirir mi bilemem ama bunu hiç istemediğim apaçık ortada. Her günün birbirinden farklı bir içsel duru ortaya koyduğunu anlıyorum. Bir gün gelecek ve ben bu inattan vazgeçeceğim. Yaşamak istediğim şeyin inadından ve ancak ölmüş olacağım böylece. Ölmeden vazgeçmeyeceğimi anlıyorum. Ölüler diyarında da peşinden gidecek başka bir inada kapılacağım sanırım. İnsan neyle mi yaşar. Bir inatla yaşar ila ki. Dans edebileceği bir pisti arayarak geçer ömür böylece. Sonra da ölenlerin dansı peydahlanır. Ömre düşkünlüğün tanımı ölüme düşkünlüğe olan ve bu düşkünlüğün peşinden giden vazgeçilmez bir gayretin kanıtından başka hiçbir şey değil. Bir var oluş ve yok oluş krizi. Bir açık havanın getireceği ay ile aydınlık bir gece ve gecenin beklenen sabahı. Bu beklenti ne kadar yoğunsa sabahta bu kadar yoğun oluyor. Böylece yaşanacak olan günün içimize serptiği sudan yokluk yokuşa sürmeden ikna edebilir bir aileyi. Meleklerin dili olmadığını bilip de onlardan talep edilen aşkların eninde sonunda getireceği bir bitmeyen hüzün olacağını anlayarak yaşamaktansa. Ruhların ve ruhsallığın dünyasından devşirmesi kolay bir dengeyi ömre gömmeden bir delikli siyah deriyi üstümüze giydirmek işimizi kolaylaştırabilir mi. Ne kadar kolaylaşırsa o kadar yaşanabilir olmuyor hayatlarımız. Bir yokuş arıyor insan kendine. Çıkabileceği bir zorluk. Ve keyifli bir hızla düşebileceği bir uçurum. Dikenli bir patika, kendini kanatacağı sık bir ısırgan ormanı. Her farklı günün içine doğuracağı kaba boşluk düşkünlüğün bahşedeceği bir yoksunluk kalabalığı. Başın sevgi dolu bir göğse yaslandığı anın bir kokusu olduğunu herkes bilmiyor. Kör ama uyanık bir ermiş ancak duyabilir bu gizemin rahiyasını. O zamanlar hoş rahiyalarla donatmamıştım ağzımı. Buna ihtiyacım olacağını düşünmemiştim hiç. Bir gösteri ve kendimi pazarlayabileceğim bir düzen olduğunu anlamış ama anlamazlıktan gelmiştim. Ta ki kaybedene kadar. Sonraları meğerse ihtiyacım hatta tek ihtiyacım buymuş benim. Modern hayatın kurulmasına vesile olacak tek şey buymuş. Kendimi kanıtlayıp birinci olacağım bir önemli yarış. Hayatta kalmak bana neleri getirdi diye baktığımda ardımda onlarca ölüm var. Zedelenmiş bir herkes, yıpranmış, dağılmış, giderek çürüyen bir zamana ait bedenler. İçi boşalmış ve boşalmaya hızla devam eden her şey. Şeylerin şekilsiz krallığı. Boşluğun verimli sessizliği sadece. Sade ve karanlık bir çiçeklenmenin zehri, diğerleri için bir hasta bakıcı olmaya çalışmak. Hastalanacak, yolda yaralanıp kan kaybından ölmeyecek, ölmedikçe de büyüyüp duracaktık. Büyülenecek yaşamın renklerinden birer petek örecektik kabuğumuza sığdırmak için sığırcıkları. Serçelerden esinlenip kuytuya çöken sihirli bir hırsızın baş döndürücü ilacını ciğerlerimize çekerek kaybolup gidecektik, dünyanın topraklarına bedenimizi aşılayıp cesetlerimizden fışkıracak çiçeklere böcekleri çekecek, kuruyan ada kışlarında hasretimizi kara mermerden mezarlara götürecektik. İstanbul’ u izleyen mezarlara gömülmek isteyecektik. Heykelimiz aşiyandan denize girecek. Birliktelik mihengimiz karadan denize gömülürken ardından yalnızca izleyip kara kalemlerle resmedecektik ayrılığımızı, ayrıksılığımızı. Birbirimizin yüzüne bakamayacak hale gelip çekip gideceğimizi bile bile birbirimize söylemekten çekindik. Bu çekinmenin sebebini şimdi anlıyorum ancak. Yavaş yavaş yok olmak istiyoruz birdenbire değil. Oysa bu acıya hemen ilk hissettiğimizde son vermemiz gerekmez mi. Yapamıyoruz çünkü birbirimizi yaşamaya bağımlıyız. Bu tüketici şeyi sona erdirmek ruhumuzu da kurtarır sanmıştık ama bunu zamanlıca beceremedik ve ömrümüz uzadı.Şimdi bulutlanıyor manzaram. Geri dönüyor içine saklanmış yırtıcı kuşlar. Karartılar büyüyor bu sahil kasabasında. Her köşe başında bir tuzak açıyor kollarını sarılıp boğmayı denemek için gelen gidenleri. Korkunun alıp götüreceği inançsızları yeni tanıyor merhametli tanrısı buraların. Her bir günahkarla tek tek muhatap olan bir yazmanın kalemine konuyor kuzgun işte. Plak dönüyor köhne evimin çatısında. Debussy dinliyorum biraz sevecenlik dolsun içime diye. Yağmur vurmaya başlıyor incecik camıma. Kin bu kadar yerleşmesin diye ne de uğraşmıştım. Ama umursamıyorum artık bize yapılanları. Öfkeden örülmüş yüce dağlarım yok. Yalnızca kabullendim kötülüğü. Var olduğundan haberim yoktu daha önce böylesine derince düşünülüp planlanan bir yıpratma ideolojisinin. Korku burnu burası işte. Bu geleceği geçmişi yok eden talanın sahiplerini affetmek bana düşmüyor. Ben inandıklarıma sadığım. Yalnızca inandığım değiştirebilir aldanışlarımı. Bu sert yağmur da silemez ancak kabartır gerçeğimi. Yeni filizler yetişmekle de kalmaz göğsümdeki toprakta. Diktiğim fidanlar meyveye dönerler ancak ve pazara düşer meyvelerim benim. Yağdırdığın bereket sele oradan da felakete döner ve telef olan köyler sonra da bu kapkara denize dökülür. Kökleri toplar kurutur yakar ve seyre dalarız biz de. O ağacın bu kökü işte bizi ısıtacak olan. Sarıp sarmalayacak olan ateşi ancak sokaklarımızı aydınlatacak. Kuytuya çöken serçe esintisi hırsızların bizi boğmaya yeltenen ellerinin parmaklarını bir bir yakmak için de işimize yarayacak. Ne dostlarım yaralandı, gelip geçerlerken bu sokakların kuytularından. Sinen ne kara isler oldu ateşe yaklaşmadan da yakabileceğimizi öğrenene kadar yüzümüze. Yandık kavrulduk sonra savruldu küllerimiz toprağa. Benimle onu birbirimize bağlayıp bir arada yaktılar. Yanmadık bir orman gibi ama eridik uzaktan, suyumuz sellere oradan da yakılmış bu ormana erişti.
İşte böyle dönülmeyecek olan bir karanlık bu. Geri dönüşü olmayan. Beklediğimiz gibi bir sükut u hayal. Adı her olgunun üzerine yapışıyor bu karanlığın. Başka çerçeveler alıyorum önüme, iç içe geçiyor giderek ve eskiyerek. Ölüme geleceğini bile bile vazgeçiriyor beni hayatım. Başka bir yükseklikti benim atlamak istediğim. Bir gün gelmeyecek oluşumdu, vazgeçtiğim beni kapıya koyduğum ben. Şimdi o diyardan bu cihete akın edeceğim bir ruhu gizlemekten çekinmiyorum artık. Yüzüm de var olup tutamıyor bu hikayenin hiçbir yerinde. Benim için geride kalanların belalarını yükleniyorum üst üste işte. Böylelikle beklediğimiz gibi karanlık her şey. Koroya seslenen satirler yollarını almakta gecikmezler. Satir ordusu saldıran hasretimin bentlerine. Kalemim kalemdir ama bir savunma değil kalemimin eylemi benim. Bir kaytarış inşa etmiyorum ben. Yazamasa çıldıracak bir kalemden değil kurulan ikonografim, şiirim ve pastellerim değil bu senfoniyi icra eden sesli harflerim. Bir işliğin halefidir bu ustalar. Reçine sentetik oldu olalı üretebildiğimiz kadar çok çocuk parkı üretmedik mi bahçemize dadanan kuzgunlara. Ürettik elbette, gözlerine Ulisler büyüdü yana döne kargaların kalplerinde ve kuzgunlaştılar grilerini kaybederek. Para ettiler. Serilerek serpilerek büyüyecek büyüyecekti eşrafın evlatları, büyüsünler istedikleri gibi ama bundan bize ne. Bizi zaten kimsesiz bıraktı bizim halkımız. Bir coğrafya almadı bizi içine ve evladından saymadı. Genç şehitler yalnızca bir halkın gerçek evlatları. Onlar için ölemediğimize ölümümüzün geldiği güne kadar utanacak ve yalnızca bohemlikle yadırganıp ayıplanmakla da kalmadık. Onları, olanları kalanların kalabalığını söktürerek kustu derimiz renginin dışına. Ancak ve yavaş yavaş ikna turları atıp kendine taraftar bulan bu mahalle çiğlerinden biri de olacak halimiz yoktu ki. Yalnız bırakın bizi bizi sevenler. Aşkınızın nedeni de hedefi de biz olmak istemiyoruz. Sizce sevilmek de en son isteğimiz. En son isteğimiz bu. Bunu ancak şimdi söylemiyorum. Daha önce de söyledim ama dinleyen olmadı.
Besbelli sağlam bir direngiydi sevgi. Boraları gözlerde sallanmadı gerçekten. Direndi ve göğüs gerdi mahşerin ucuna dek. Bir sırdan örülmüş sırça bir köşkün içinde sandık odasında gömülüydü kabusa dönen o yaşamı bu iki kişinin. Çürük bilinç, vicdana doğuştan sahip ama yokluğun içinden çıkıp bir zenginliğe koşarken tırnaklarının arasına dolan hırs çamurundan körleşmiş ve sağır bir taşa dönüştü sonra ve doğuştan sahip olunamayacak iki varoluşun kurduğu evin sıcaklığına bir büyük haset semirdi reflekse dönüşerek. Gizlenip sırlanabileceği kadar sırlandı sunağın üzerine en türlü çiçekleri bırakarak ama sonunda nefesinin kokusundan belirdi planladığı kötülük büyücünün. Uzun süren bir savaştı bu ve geride ölü yaralı yıpranmış kan içinde yüzen, delik deşik manzaralar bıraktı arkasında. Korkutucu, yıldırıcı, bezdiriciydi. Ama bu çekim büyülüydü, doğanın üstünde duran bir tanrı gibiydi kainata notalar salıp var ettiği müziğin tonlarına doğumuyla en yakın olanlarında yanında olacağı besbelliydi. Sevgi gibi, mahşerin ucuna dek dayanacağı belliydi onların. Birer sofist olmalarını bekliyordu tanrı sevenlerden: haktan dost olurdu kuldan değil. Kuldu bu elbette aldatacaktı, kandıracak ve affetmeyecekti. Ama bir kula duyulan sevgi, sonsuz her şeye ve zamana direnen, yaraları kapayan emekle ve yılmaz bir çabayla çalışıp peşinden gidildiğinde o zaman tanrı bu sevginin kendine ya da güzeller güzeli bir kula duyulmasının arasında tercih yapmayacak bir tanrıydı. Tanrı sevgiyi kıskanır mı hiç. Onu yüceltir. Bir kulu sevmek tanrıyı sevmekti zaten. Buydu o sevdalıyı cennetlik yapan şey işte. Her yarayı iyileştirebilecek bir sevgiye sahip olan kullara açıktı tüm ilahi kapılar, cennetler. Temiz bir özden, hırsla kör olmuş, sonu gelmeyen şehvetten uzak, sevişmeyi ibadeti ve sevgiliyi kutsalına çevirmiş vicdanlı bir kuldan başka bir şey beklemeyen bir adaleti vardı tanrının. Bu nedenle de kainatın doğası bir şanstan daha fazlasını tanıdı şanslı doğanlara. Ama sadece şanslı doğanlara. Diğerleriyse, ötekiler karanlığa ıssızlığa çöküp hırsızlık yapmak zorunda kalacaktı yalnızca karınlarını doyurabilmek için. Sokakta yaşadıklarından yaşayabilecekleri tek sevişme bir sertliğin bastırılması için kullanılmaktan öteye gitmeyecekti, farklıydı onların tanrısı. Ve onların günahları arasında vurup almak yoktu. Güçsüzü ezmek yoktu. Paylaşmak değildi o tanrının öğütleyeceği. Babana bile güvenmeydi alınan en değerli öğüt.
Başkalarının değil yalnızca benim karanlığım. Başkalarının karanlığında bulamıyorum ben yolumu. Yalnızca kendi karanlığımda bulabiliyorum. Bir seçkinciliktir karanlık. Seçilmiş karanlıktır benim karanlığım karanlığı karanlık yapan. Sessiz ve puslu bir karanlık bu. İçinde yayılmıyor bağıran benin ses dalgası. Bağırsam da sesimi yutan karanlığım. Boşuna bir karanlık değil bu. Sessiz olup görünmeyim diye üzerime çökmüş bir karanlık. Yavaş yavaş çağırdığım ölüme ithaf ettiğim karanlığım. Birlikteyken ancak gür çıkardı karamın sesi benim şimdi bensiz sadece susuyor. Konuşsa da bensiz bir karanlık yutuyor cümlesini. Cümlesini gömdüğüm bu karanlık. Topunu ateşe bıraktığım aydınlatamayan bu yanışların hiç biri birbirinden daha karanlık olmadı. Sürekli söyleyen anlamsız bir boşluk bu çağ. Dağ gibi bir yücelik ve içine içine çökerek iyice büyüyen bir çocuk çokluk. Çok büyük karanlığın ortasında bile değil hiçler. Piç oldu işte sabahım bu zurnanın sesiyle sonunda doğan bir sırıtan güneşti yakan bu dünyayı. Kavura kavura geldiğim yerdi. Güneş görsün yeter ama mezbelelik de olsun ucundan yanan, tutuşan, vurularak gömülen serpintinin kumsalı yerleri bir kere daha ayırdı, boylam ve enlemlere açtım yüzümün orta yerinde sıfatıma gömülü bir hokka karakter arıyordu gözlerin. Eşsiz, yuvasız, özgür gözlerin. Giydiklerim ucuz upucuz şeyler oldu. Aradığım aydınlığı karanlığa yeğlemedim işte. Seni çok sevdim ama tercihim karanlıktı. Tütün rahiyası sarıyor şimdi dudaklarımı benim. Benden çok uzakta yaşadıklarının bir listesi de geçti elime. Askeriye demirbaşı asker ranzasında yanlış kaynaktan kopan o demirdi kör eden korkunç yalnızlığının pornografisi. Yalanların patolojisinden doğan zor bir liste. Eşsiz ama rengin kör olanı makbul ne yazık. Üstelenen, üste çıkıp yükselten sözlerin dara düşüp sonunda vardığı dipten yoksun kuyu. Koyultulan bebeklerimizin hınçlana hıçkıra ağlayan, köklerinden edilmeleri kıldı bizi eşsiz. Ancak ve şimdi. Doğurganlıktan yana sorunsuz ama tercihen doymamayı isteyen, genç kalıp ölmemeyi, ölümsüz olmayı, yeniden doğduğuma tanık olamayacağımı bildiğim kayıt dışı doğumları kelimelerimin. Yazıldığı karanlığın kitabına has kokulu bebeklerim benim. Doyurucu karanlığım benim yoğun ve isli. Sessiz ve boğuk dibine kendi yetmeyen, dibine açıldıkça kararan boşluğum benim. Karaltılı sessizlerin izlerine sessiz puslar katan ısım. Yok olan isimlerin kinsizleşeceklerini bilemedi bu haritaya sınır çizen beylerin korkunç koroları. Issızlık eklenen işlek bir caddeye bakıyordu o koronun odasından kara kara yükselen sessizliğin şaşası. İşte geldim dedim karanlığım karam. Barbarlığın iğdiş edilmiş olmasından da korkuyordum karanlığım. Yazıla yazıla kara çalan ıssız içim. Ezbere yetkin, kilitli, ebediyen edebi olmaya yeminli bensiz olabilir misin? Ben istemesem, ben sevmesem morara morara kap kara olmuş dudağını kırmızıyla karalayan ben olmasam kim sever bu karanlığı bu kadar büyüye maruz kalmış gençliğimize rağmen kim buğularıyla tüte tüte sıcaklanan kara sevgimin sıcağına gömülmeye benden başka kim razı edebilir o karanlığımı, tek ailemi bana ait olan. Aidiyet kusan güllerin açıkça alçalmalarından utanacağı yerde duymazlıktan gelinen o kin birikintisinde gün gelir boğulur tüm boğanlar aydınlığı. Karanlığa tercih edenler ezilir, çiğ tohumlarını salamadan ayrılmaları sağlanır yeryüzünden giden ve bir daha gelmeyecek olan kara alemin. Ama karadır karanlığımı karanlık yapan. Yağlı karadır ve isli pusludur karaların en karası karadan doğma bir adadır ya da bordadan aşağı okyanusa inip çalkaradır da aynı ahir zamanda hem kana kana karadır hem kanayan hiç durmadan doğa doğa gelenlerin kalıntılarından da kalındır izi. Isıdır benim karanlığım, sonsuz buz gibi bir ısıdır. Bebeklerim kızdır, kızdırır oğlan olan oğlan doğan bebeleri. Kara balondan bu iskeleye bağladığım uçan balıktır oltamın kara kancasına takılan bu balon balık. Burcumun göklerinden inen talihsiz bir doğum tarihi. Haritama çizilmiş karelerin karalarında çoktan ölmem gerekmez miydi benim. Gerekirdi elbette. Ama kaderim bu benim alın yazım.

Savaşların ve iki bin yıldır var olan bir günahın çetelesine sunduğum kurbanlardan oluşan kanlı bir sunağın orta yerine koparılmış bir çiçeğim ben. Bedenimden çıktığım yer ilan ettiğim bu taşın kafamla buluştuğu yerdir bu ruhun çıkarak kara izler bıraktığı bekledikçe kararan kanın içlendikçe piçlendiği girizgahıdır karargahımın yer aldığı orta yeridir dünyanın bu yeri. Tariflerimden çıkaramayacağım bir yol geçen hanı var hiç uğramadığım ve uğramayacağım. Dediğimi yap ama yaptığımı asla. Yaptıklarımdan çıkardığım derslerin sonsuzluğunu sonu gelmeyen hatalarıma borçlu olduğum gibi bir sır vereceğim şimdi bize. İşte bu sır ile kaplayacak ve arkasını göstermeyen bir yüzler vadisi doğuracaksın içime, hiç doğmamış olan bilgece bir bebeğin hafif dokunaksılığını yansıtacak bir ayna verecek tanrı sana ve sonsuza kadar güzel kalabileceğini sanacaksın böylece. Böylece doğmayacak güne, karanlığına kanılan bir kan gecesi bahşedeceksin geceye. Böylece var olup gidecek geceler art arda. Her zaman kaybolacak uzak şehirlerde doğan benzerlerini arayacak metafizik dünyam, bu böyle basit mucizelerle var olabilme geleneği sunacak sunağına alışkın olduğum metalardan örüntüleri gömecek günün aydınlık yüzü ve gülümseyerek geçecek önünden altın mutluluk. Sükutu esas tutan bir dinleme aygıtı olduğunu keşfedinceye dek haykıracak olan bir sesten ibaretsin aslında. Öyleyse böylelikle sonsuza kadar var olabilmenin sırrını çözmek isterse var olduğundan bugüne dek tüm simya ve adlandırdığımız senkronisiteler ve diğer nice şeyler, eşyalar ve tabiatları gereğince, onlara bunu söylemenin bir gereksinimden geldiğini hissedebileceğim. Dilerseniz büyük resme birlikte bakalım. Ne demek istediğimi anlatabilirim belki de. Ya da anlatamam ve olması gerektiği gibi olacaktır neticede. Sınırsız bir özgürlük taşımayan hiçbir ruhun açlığı açlıktan kabul görmez ruhlar meşrebinde. Esas olan açlığın bastırılmasıydı ve önü alınamayacak bir yemleme keşfedildi. Sonsuz bir tükenişe ve oradan da yeniden var olmaya dayanacak bir üreyiş. Böylece tükeniş ve üreyiş döngüde yerini alacak ve yem kaynakları asla kurumayacaktı. Böyle bir döngüde yemlerin beslenebileceği kadar bir özgürlük alanı var olacaktı. Esas olan açlığın bastırılması değil sonsuz ve ansız bir beslenmeydi. Bunun farkına varan varlıkların dişi olanlarına av partilerinde özel bir şiddet şöleni bahşediyordu hükümranlıklar. Eti elleriyle ve dişleri ile parçalayacak, besinin özü olan analarımızdaki sütü en ak hali ile emanet edecekti şiddet bize sunabileceklerini. İkircikli görünen gösterileri izlemek her zaman bu kadar ilgi yaratır mı bilmemem ama şefkat ve şiddet arasında ince bir çizgi olmadığına eminim. Şefkati aradığım yerse dişi bir kurdun göğsünün tam ortası olabilir. Evcilleşmiş bir erkin bedenine sahip olduğumu söyleyebilir ancak hapsolmamış olduğumu eğer şartlardan biri bu ise deklare etmek de isterim. Ancak bu bir şartsa. Koşulların yeterince olgunlaşmadığı coğrafyalarda deklarasyon şart da koşulu olabilir. Baskın bir cinsiyetin hükmettiği bir gezegenden daha vahşi bir cehennem olamaz. Bedenin parçalanması ve ruhun un ufak olup atmosfere karışması, gezegeni yaşanmayacak hale getiren bir aşırı ısınma ile yüz yüze getirmeyecekse ne yapacak. Gezegenin toprağı bedenlerden oluşmaktadır artık atmosferinin olduğu gibi. Öyle ya da böyle ölü canlardan bir toprak ve ciğerime dolan bu tozun anatomisinde var olan bir bozuk zihniyet ve yürek dışı bir vicdanın izi var sanki. Kokmuyor kokamıyor ölüleriyle bir cehennem olmaktan uzak, insana ait sevecenliğin ısısında barınan, cennete ait mikrobiyolojinin çeşitliliğinden doğan ve bembeyaz bacalardan tüterek buram buram aşk da kokmuyor kokamıyor bu okyanus evi; bir türlü ne olacağına temelinde yatan cesetlerin çürüyememesinden boğulan, nemlendikçe nemlenen bir mumyalar evine dönüşüyor. Peşimizden kovalayan kuruyamayan batıl tutkular var. Yer etmiş, yuvalanmış esanslarımıza birer birer, ucunu avcunun içine gömdüğü kara sapı bileğinden sarkarak tehditkar bakıyor gözümün içine. Ağzımı açıp tek söz edemiyorum, arka sokaklarda biriken benlerden ağır ağır bir kriz örülüyor bu sefer. Varlığımın kökenine gelip dayanıyor esnedikçe esneyen bir duvara dönüşüyorum. Başımın ağırlığı değiyor meydanına bu kentin bu sefer, temellerimde denizden çalınan kum değil, bir vahşinin gelip de insanlığıma kıymasın diye genç hafızlara okuttuğum bembeyaz bir toz ve donmuş kaskatı kesilmiş ilahi bir nefes gibi dikilmiş, sakinlerini koruyan bir cennetin uçsuz bucaksız kapıları yer alıyor önümde, yalnızca bana ve bize gerinerek açılan, açıldıkça gülümseyen bir kapılar şahı. Süreceğimiz oluklara akan, alay alay koyulaşan birleşmenin yeşerttiği rayların üzerine tüten o çelik, şahanların bin yıl saklayıp iksir ettiği bir ota dönüşüveriyor. Ve şarkların ardında doğarken estirdikleriyle serim serim serinleten rüzgarına kapılıyoruz işte gelip geçiveriyor önümüzden doğu ekspresi! Kadim bir teknoloji gelip buluyor bizi arka sokaklarında bu şehrin. Belki de zorbalığın iktidarına direnen güçlü kolları tutup kaldıracak bizi koltuklarımızın altından tutup, kıçımızı kollayacak, sarıp sarmalanmamız gereken pamuklara yatırıp büyütecek gözümüzün nurunu, iliştirdiğimiz eklere bırakmayacak izleyenimizi, konumuza sabitleyip, yeni bir vicdanın oluşmasına da vesile olacak bu güçlü kol böylece. Hepimiz bir arada olabileceğiz orada, o kollanması gereken yüreklerin birleştiği yerde oluklanıp rayımıza oturacağız. Oturmak bize yolu açacak oturarak kazandığımız yolu tüketemeyeceğiz bile yaşayarak. Efsanelerimizden doğan irili ufaklı masallar saracak yeryüzünü. Orada o yeryüzünde birer orta doğulu olacağız, seçtiğimiz en zor coğrafyada bizi biz olarak tarihe kazıyacaklar; adlarımızı ve soyumuzu sopumuzu. Gelecek kuşakları ezen, kavurup eleyen bir rüzgar icat edecek olan tehlikeli bir iktidarın var olma savaşı gelip bacaklarımıza dayanacak sonunda. Dizlerimize kadar atmış olduğumuz bir iklimin selinden kurtulamayacak orada eksilmeye başlayacağız kendimizden. Boylarımızı biçecek kıtlığa kıran getirecek bir kara iklimin kesilmeyen fırtınasında eğilerek dizlerimizin üzerine çökemeyeceğiz bile o zaman. Dizlerimizden aşağısı olmayacak çünkü. İşte bu nedendendir ki kazanımlarımıza sıkı sıkıya sarılmalı ve elimizde sayısız savaşla ve kayıpla biriktirmiş olduğumuz yeryüzünü terk etmemeliyiz zorba bir iktidara.
Bir kurtarıcıda umut aramanın faydasızlığını keşfediyor insan ama bir hiyerarşiye ve ille de buna uygun bir lidere ihtiyaç duyduğunu nedensizce itiraf edemiyor kendine. Belki bizim kadersizliğimizin kökenidir işte bu zehir. Kökümüze kazınmış bu lanettir bizim bir iki gömlek büyümemize engel. Bir iki adım daha atıp bulunduğumuz yeri yakan ateşten sıyrılmamızı istemeyen, bize karşı işlenmiş, metafizik bir suçtur bu. Bizi klanlara ayıran ve dost ve akrabalarımızın diğer klanda kalmasına neden olan geniş kapsamlı bir suç. Bir medeniyetin medeniyet olmasına engel olan, çareyi bir yarışta değil bir ortaklıkta arayan insanın kökenini, var olma sebeplerini elinden alan, dünyanın en eski en köklü ve en büyük suçu. Madem ki medeniyetin doğuşunda, evrimin işleyişinde ve kayıtlı tarihin var olmaya başladığı zamandan bu zamana kadar, temelde bir sorunun yattığına inanmamız bekleniyor, bir kurtarıcının, takip etmemiz beklenen bir yol göstericinin var olmasına duyulan inancın da inancın kökenlerinden temizlenmesi gerekiyor. Bize fayda sağladığına inandıklarımızı önce rütbelerle ödüllendirdik sonra kendimizden üstün kıldıklarımızın kölesi olmayı kabullendik. Gücün ve enerjinin potansiyelini barındırmaya muktedir, yaradılıştan gelen bir kumaşın varlığını kabul etmeyelim demiyorum, bu kumaşa sahip olanlara vakur ve mütevazi olma hakkı tanıyalım sadece. Onlara bize hükmetmeleri için bir asa hediye etmektense bizim için var olduklarını, sıradan insanlar olmadan sahip oldukları potansiyelin anlamsızlığını keşfetmelerine müsaade edelim. Bir sürünün her bir üyesine has benzersiz birer görevi olduğunu bilmek ve bu görevlerden hiçbirinin birbirinden daha nitelikli ya da daha özel güçlere sahip olmaktan geçmediğini anlamak ancak medeniyetin kökeninde yatan esaslardan biri olmalıydı. İlahi bir sahiplik ehliyetini bir lider seçip atamak, birliğin sorumluluğundan sıyrılıp her konuda işaret edebileceği bir aklını ve vicdanını devretme ikiyüzlülüğünü kabullenmek gerekiyor.
Dinmeyen ve bitmek tükenmek bilmeyen bir özlemin uzadıkça uzayan döndükçe dönen göstergesi. Attığım okun hedefini bulmaktansa vurup, yıkıp geçtiği yaşamın ağırlığının üzerime binmesi, öldürüp eşsiz kıldığım zamanın şimdi alınmış tüm önlemleriyle bu öldürmeye dayalı iç güdüme yasaklanması, sonsuz bir geleceğin varlığının habercisidir belki. Bana değil yalnızca, kendime seslendiğimde, cevabın kaynağına doğru giden sonsuz bir yanıtlama senkronu geliyor art arda. Art arda var olan benler beni yanıtlamak için sıralanıyor; bir refleks bu. İstemli bir refleks, beni kendimden korumak için oluşmuş olmalı ama birilerinden ve sıfırlanışlardan kopyalanmış bir paragraf olduğunu manzarayı görür görmez anlayabilirim. Eşsizleştirdiğim ben, bensiz, lekesiz bir benzersizlik anıtının üzerime atıla atıla kendi yolunu kaybetmiş taklitlerimden oluşturduğum bir top güllesi kadar atılası, vurulası, parçalanası, yok olası imkansız madde ve etkisinde bırakacağı sayısız, uçsuz bucaksız askerler. Her biri birer samuray kadar cesur neferleri olan dünyayı algılama ordusu, reseptörlerden çizilmiş sonu beklemekle gelmeyen bir kıyamet. Durmak ve beklemek değil geride kalanları, atalarının öğüdünden çıkamayacak kadar tanımayan dünyayı, dünyaya ait sözde insanlar. Özlerinde var olan korunaklı bir korun özüne yayılan göz göz olmuş, közlenmiş bir söz yumağı. Ellerimde nice bahaneler kanatacağım şimdi ve hanelere damlayacak demetlenmiş beyaz damlalar tütecek gerisin geriye açılan portallardan. Yerin göğün üzerinde açtığı dinamik kapılardan geçerek süzülecek aşkın başka bahara akan taşkın kokusu. Çiçek kokacak mı peki diye büyülemek isteyecek büyücüler bu illüzyonu. İllüzyonların da kokuları olur. Var bak hafızamda duruyor midyenin tenekeye verdiği ağız açma, göz yumma tepkisi. Ateşte yanan cehennemi bir pişme refleksidir baş kaldırı. Başlar yukarı ve her bir sloganın cayırtısı ayrı kopar. Bir silahın namlusudur bu kuğu boynu ve eti tetiktir kuşların. Barbarın eline bir bahane verir kan döngüsü. Oluk oluk kanın döne döne boşalan kaynağı benim bu başım. Başımdan vurulmadan yaşamımı devam ettireceğim bir döngü. Kanımın anda kalması ama moleküllerimin küllenerek geçmişi de geleceği de söndürmesini mümkün kılan temiz tertemiz beyaz bembeyaz kül. Gül ki çiçeklensin beyazın ordusu, alnında kara lekelerden vurula vurula damgalanmış leylakların dokunup da küle çevirmediği başka bir renk yoktu gökyüzünde. Öyleyse nedeni de belliydi benim olanların hiç huzura kavuşamayacakları besbelli yazıyordu tenlerinde, dövülmüş, yorgun ve bitmiş hallerine övgüler yağıyordu bulunduğum yerden. Taç töreni sahnelenebilir mi benim hükümranlığımda. O taçı taktıysa eğer kaçmayı da bilmeliydi krallar. Savaşmak kurtuluş getirmeyecek, şehitler cehennemde alacaklar soluğu. İşte bu gizli anlaşma bir taraf ile yapılan, günahları da eşitleyecek ve bir öldürme şöleni bahşedecek yalnızca silahlanmış olan reseptörlere. Benzerlerini ipe dizecek, böylece eşsizliği çağıracak ama sloganlarını atarken karışıp gidecekti kararanların ortasına inen, ansızın bir girdap olan yumruğum. Doğduğumdan ta bugüne kadar kavgalı olduğum ruhlardan oluşan bir arınma havuzuna çattığım çeşmenin lastikten bir contası bulunmuyor ama damlatan bir ağzın kahreden şoven sözleri ile yumuşamış, yosunlara bürünmüş bir ahşaba oturan düşman tutuyor bu kapının sürgüsünü. Bilmiyorlar cehenneme açılıyor bu hamamın en kuytu köşesi, kaynayan sularıyla temizlenip paklanıyor ve özünün cehennemden geldiğini unutuyorsun bu korun. Korunaklı sandığın bir kuytuya saklanmaktan başka çaresi kalmayan koşmaktan yorulmuş bir kaçkın ağzın kanarak içtiği suyun bu bedenin ter damlalarından oluştuğunu da öğrenmeden temiz bir ölümün var olabileceğine inanıveriyorsun. Kramplar eşliğinde can çekişerek var olabilen bir tatlı ölüm. Tüm gösterişi de bir aldanıştan ibaret işte. Ölüm can çekişiyor burada. Bu ıslak altının sükut ettiği yerde gizlenen binlerce irili ufaklı Habil ve Kabil’in taşıdğı bıçaklı saldırmalar. Bağrıma taş bastığım zamandı saldırılarının başladığı zaman ve ben yara almadım çünkü zaten bir taştan oyulmuştu kalbim. Saplanan en sivri en keskin bıçağı kör ettim böylece yüreğimde. Söndürdüm bu saplanmaktan hiç vazgeçmeyen aşkı bağrımda. Bağrımda bir taş yanıyor, bu senin yüreğinden esinlenen şeklinde kalbin aldığı bir yorum değil de nedir ki. Sahte bir sevme sanatı ekşi bir eriğin sarararak tatlanması gibi yazın sonuna kadar beklenmiş bir komposto değil de nedir benim aşkım. Ailenin babasının pişirdiği bir erik tatlısı bu yaşam. Kütür kütür olması gereken eriğin bir hoşafa dönüşmesinin asıl nedeni hem yazın son bulduğunun habercisiydi hem de rüyalarımızın bir rüya olarak kalacağının garantisiydi. Babandan kalan bu bu miras bu kadardı hepsi işte. Bayat bir ekmeğin içi kadar gerekliydi yer alması gereken yerinde, ayağının etinden elde edilmiş bir köfte. Ancak bu kadar lezzetli olabilir. Şişe geçirilmiş bir yetmezlik hali. Doyumsuz bir şölen parmaklarından kıyılan, sıyrılan susuz kalmış çölleşmiş derine işleyen tuzun ruhu bu işte yeniden hepimizi dirilten bir aşkın sonsuz ızdırabı, işkencesi esmer etini eşsiz bir pişme biçimine soyan, silahlanmış kanatların eritildiği bir demir döküm karası teni benim sevdiğimin, ülkelere kadar varan bir zenginliğin yarım yamalak bohçası, silahlandırılarak borçlandırılan milletlerden beklenen melezlerin derisinin değeri kadar etmeyen küçücük, serçe sırça aşkımın oyulan gözüdür kuzgunlara açtığım bu yemlik. Sonsuz olmayı bahşetmiş ama ölür ölmez hatırlardan silinmeye söz vermiş bir hiçlik okyanusudur koynumda besleyip büyüttüğüm bu bedenimin ısısında sabitlenen mermi. Kuzgunlarımı vurulmayacakları bir yüksekliğe taşımışım ben. Şimdi tepeden tırnağa donanmışım donduran yokluğunla ancak bir kuzgun besleyebiliyorum. Bizim kuzgunumuz bizden çok önce doğan ama bize ait bir kanatlı, dilediği kadar yüksekte koruyorum onu. Yılanların zehrinden en uzak köşelerde var ettiğim silahsız bir çıplak dil gizliyorum kuzgunuma ait. Çırılçıplak karasal bir iklim, adı olmayan tek kızını doğuracak mevsimlerden; yaz olduğu kadar yaz, kış olduğu gibi benimsenip kabullenilecek. Her içinde bulunmadığım iklimin kuraklığını dilime sindirecek ve sözsüzlüğünü barındırmayacağım, bu sessizliğin içine doğuracağım bir çığlık olacağım geçmişe doğru fırlayan bir cümlenin içine hapsolarak camdan fanusumu çatlatacak, çekimi serbest kılacağım ve uzayına karışacak tuzla buz olmuş kanım, serinleyecek, bedeninin en ücra en gizli köşesine ekileceğim seni sen gibi soluyan atmosferine.
Etkisi ölçülemeyen patlamalardan meydana getirilen sayısız yıldız var göğsümde. Tenime dikilen kırlaşan ağaçlardan bir orman var bembeyaz. İçine girdikçe sıklaşan çıktıkça azalan azalmayı göze almış fanilerden bitmeyen eskidikçe eskiyen bir fenomen. Eşi benzeri bulunmayan bir gider pusulası var iktidarımı sürdürdüğüm bedenimin köylerinde. Işık arayan ve kararmayan gecelere sonunda mahkum edilmiş bir istekli pınarın döküldüğü yere vidalanmış sökülebilir evler. Sökülüp atılabilir, bir daha yüzleşmemenin maruzatına gerilebilir ipekten örtüler. Bu örtülere sardığım boynumdan geçen damlalar var yüzümün aynası kıldığım, bucağın her bir hanesine bağışlanmış kansız, savaşsız ayineler. Her bir törende yeniden çatılan bıçak bileyin değişmeyen yeri, bu köylerin tek taşları, başımın ağırlığına kazınmış mızrak uçlarından geliyor saçımın kökeni. İlk terk edişten bugüne kadar geçtiğim her yolun lanetlenmesinden daha büyük bir gerçek taşımıyor bugüne kadar yaşadıklarım. Emaneti genç yaşıma rağmen taşıyamamış olmamdan duyulan büyük bir öfke ve bu öfkelerin sahiplendirilme törenlerindeki yeri doldurulamayan yokluğum. Soyundurulduğum rollere biçilmiş sözlerin dilimden beklenirlerken reflekslerimden gelmesi ürkütüyor bu karanlık iktidarını dilenci çetelerin. Asırlarca biriken kuruşlardan bir ordu dökülse daha değerli ve daha güçlü bir direniş bulamaz, aydınlığı vaat eden, ermeyi var olmaya eş tutan bilinç dışında bir ışığın renklerinden birine tutunmuş, alanı canı pahasına savunan parçacıklar; ancak ağırlık tutmayanın uçuculuğuna has mert askerlerden oluşan tarafın basit çetesi. Susuyorum ve susacağım sonsuza dek, tek nedenim, sana bırakmam gereken alanların niceliği ve büyüklükleri. Sonsuz, uçsuz bucaksız bir boşluk seyretmeyi sevdiğin sınırsız olasılıklardan oluşan, birbirini terk etmeye düşünmeden bile karar verebilecek bir emir komuta zinciri, kaynakları birbiriyle kavuşan bir demir havuzu, suyu bulunmayan kor demirin doldurduğu bir görkemli gök yüzü meşalesi. Yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek kanayacak, kaynağından durmaksızın kırmızılaşan bir buharı soluyarak pişecek bir soluma organı şimdi benim ciğerlerim, prenslerden ve krallardan çok daha uzun sevişme saatlerine göğüs gerebilecek büyüklükte içersilenmeye en alışkın solungaçlarım. Sıradan bir günü gün kılan nedir benim sevişmeyi ibadete dönüştüren ruhumun sızısından başka. Sızım sızım sızlayan erkimin müthiş iktidarıdır en ücra haneleri baskınsız bırakmayacak, her bir hanenin kor ocağına bırakacağım bir benzersiz iklim yeşerecek o zaman ebediyen benim olan verimli arpa tarlaları, boyu kadar yol alacak düşen vurulan bedenlerin art arda sıralanmalarıyla erişeceğimiz o kesin zafer. Zafer de bir yanılgıdan ibaretmiş oysa. Alanlarına hükmedemediğimiz nice cevherler birikmiş eski krallıklar var şimdi. Gerçeklerine mitlerimizle bile yanaşamadığımız özgürlükteler, ektiklerini biçecek kadar bilgi sahibi, ilim ve irfandan yoksunluklarını kalın dersliklerine birer temel olarak gömebilmiş engin, ileri uygarlıklar. Hataları için ayrı kilimler ören, sıradan makine halılarının kapladığı coğrafyalarda bile bu ağır toprakları birer mezara çevirmeyi sindiremeyen vicdan sahibi gerçek hükümdarların var olduğu sert iklimlere gebe, uçsuz bucaksız dağlardan ve onların kayalıklarından denizlerine bir deniz atı gibi uzanan ve en gizli milisleri avuçlarıyla kavrayıp kanayan yerlere tütün öbekleri gibi basan, doğal kanamalara geçit veren, ovalarında vadilerinde biriktiren, çukurları yasaklayan hükümlere sahipler. Karanlıktan yapılmış bile olsalar aydınlığa filizlenecek yeşerecek yeni patikaları, sonu uçuruma bile varacak olsa geniş savanaların haritalardan dışlanmadığı ölümüne özgür, yaşamaya susamış, bir güzel manzarayı sahiplenmek uğruna durmadan savaşan eş kralların savunmalarında çaresiz kaldıkları silahların yapımını, yaşamlarına gözlerine yumarken ezbere okuyan askerleri hazır bulunan kıtalar, öldüklerinde heykellerinden geçit vermezleri kurgulayan has şehitler, ceset olmadan taş olan gerçek neferler. Nefretten örülü duvarlara her zaman galip gelmiş mancınığın yün mermisi. İlmek ilmek örülen göz nuru savaşlar, gözdelerimize giydirdiğimiz emekten yelekler. Endamları ile birebir ilgilendiğimiz kişisel koç başlarımız, kaleleri burçtan burca fetheden ve bu düşman korundan savrulan yanarak giyilen kan rengi gömleklerin bedenlerinden tek tek sıyrılıp yalnız atıldığı cehennemi çukur. Tek ve biricikliği isteyen çifter oyuklu kör, arsız medeniyet. Bir sonsuz av kuşağı kurup avcılarını tayin edemediğimiz, kendiliğinden dikenli özlere ardına kadar açık bırakılmış hain kapıların bezirganlığı. Öl de ölelim nidalarını koydukları isimlerden esirgemeyen ebeveynler. Bitmeyen bir tablo asılı şimdi sınırlı duvarlarında ölümün. Sonsuzluğa biçilmiş bir koyu kalın kaftan ölümüm. Sır değil, bir keskin yaranın açılmış, dışına ifrazat kusan bütün bir bedene seslenen biz insandan yapraklar. Ancak kuruyarak düşebileceğim bir toprak yeryüzü, harcına kemiklerimin tozunu karacağım dünyadan bir kale kara kalemim, kömürden bir göz değil ancak zümrüdüne ışıklarda tanık olabileceğim birer eşsiz yalan çukuru. Beni terletmesinden titretmesine kadar hayran kılan güçlü bakışlarının mıhladığı ancak etten olan tatsız yüreğim. Bir dev beklentiyle ısırılmış kanadıkça kanamaktan yılmayan kırılgan, yırtılmayan çanak sırtlarım, biriktikçe gözlerinden sindire sindire akıttığım olgun yaşlarım ayaklanan, başını vurulmaya kondurmadan uzatmış bir bekleyen ve bekledikçe çocuklaşan hırçın azmim. İşte yaklaşıyor fırtına kollarını açmış, saçılarak karara karara çöküyor her bir köyün üzerine ayrı ayrı atanmış hızı ölçülemeyen, yangınları sayısız merkeze taşıyabilecek susuz kılınmış kuyular. Kıyıları bile denizin suyuna değmeyen değemeyen yalnız bir sahil kasabasına tuz taşıyan kara vagonları ancak yıkılmadan ayakta kalabiliyor, bu benzersiz yıkımın tek dokunmadığı sıralanma işte bu kara vagonlar. Yoksa önüne kattığı hiçbir şeyi tanımayan bu yüceliğin tanıdığı her canlı birer güce tapan cüce.
İnandığım birliğin bir resmi bu hepimizi çeken, alevden kazanında koca bir madeni eriten kara lokomotif, kendi isinden kararmış bir gövde, kendini boğup açan düdüğün hüznünden kulakları yırtılıyor dünyamın. Sonra, ezilip tozlardan çıkan bir kıvılcım değil yeri göğü işgal eden ateş. Ancak bir küreğin yanağıyla fırıncıya has kaba kuvvetin kırdığı taş katmanının yüksek harı hareketi veren bu heybetli lidere. Ne çok isterdim böyle bir makinem olsun dünyayı arşınlayayım mahkumlar durmadan örsünler demirden ağı. Hiç durmadan bir köprüye çıkayım sonra oradan bir şehre varayım ve ilçelerine hasırdan örülmüş can yongaları içinde mektuplar dağıtarak ilerleyeyim dünyanın eksenine doğru. Makinem uçmaz ama kaybolabilir o da Saint Exupery ve posta uçağı gibi. Bir çölde değil ama bu sefer bir denizde belki. Karışıp giderim dünyanın sihirine Kararan yalnızca kendi gövdesi değil de yüküne ait vagonları olunca durup kalkamayacağını görebiliyorum makinemin. Onu iten bu vagonları mı ve o vagonların kömür yükü mü ve fırıncının küreği mi elbette. Elbette o!
Başlangıçlar alışılmışın dışında eskimemiş alışkanlıklardan türeyen bir hayali kovalayıp duruyor. Bu nedenden mi tazelikleri lafın gelişidir. Hiçbir başlangıç bir yenilik sözünde durmayacak. Sayfayı yazan bir yazar oldukça, kendini övüp gözdağına binen varoluşuna muhtaç, inanmış diğerleri. Yinelenecek kavga ve savaş bir sevgi gösterişinin bitmesi ardından. Ayıklanacak eve alınan taşlar kucağımdan, rabıtalara düşecek patır patır, çizecek zarif bir yol açacak kendine bu zayıf vernik üzerinde. Elde bir cımbız kadar küçük fırçalar, oyukları yeniden doldurup başlangıç diye satacak alıcısına, kiracısına. Evimizin içinde göğümüzü izlerdim bir zamanlar. Bir ailem vardı o zamanlar, ilk defa yaşıyordum köklenmenin belirtilerini. Bir tutku gibi sarmıştı beni olduğum yer. Yere akıyordum, doğrulmuyor sızıyordum banyonun kapısından ocağın buharıyla birleşen ve bir piramit davlumbazın sindirdiği karman çorman kokular, tüttükçe tüten sönmeyen tütün meşaleleri ile gezindik rabıtaların üzerinde kunduralarımızla. Sonra paten oldular da üstüne göz çizdim böylece. Göze geliriz diye. Geldik de. Bir baktık yanmış odamız, perdelerimiz düşmüş, korniş kopmuş yerinden toplanmamış yatağımız bıkmışız evin temizliğinden, masrafından. Bir masif ahşabımız da yok yalnız sadece rabıtalar var üzerinde gezdirdiğimiz evciliğimiz; akşam oldu yatalım biz. Tabi ve doğal bir süreçten geçiyoruz bıkmadan uzanmadan yaşamaktan vazgeçtim ben de bunu. Bir ev kur bir aile ol ve yok ol. Bir ev kur bir aile ol ve yok olama sonunda. Sonunda sana yaşamın anlamı kılınmış ezberlerine tutunamadığın için yok olama bir türlü. Okumaktı sadece başlangıç ama ezber istedi müfredat işte. Hafızası yetmeyeni damgalayacak, sınıfa gömüp bir de anıt dikecekler üstüne, doğuştan gelen bir özgürlük değil bu işte yapay bir sahiplenmeden zevki icat edilmiş yüzümüze yüzümüze. Bir toz alayım diyerek yanımdan kalkan ve bir daha haber alamadığım tek kişilik ailem. Ne zaman bu kadar gaddar oldu benim babam kucağına atlarken yıkılıverdi mutluluk yerlere. Beni bırakıp gidersen sana böyle olacağını söylemiştim ben. Kulak asıp inanmadın bana. Oysa ben bildiğim tüm yalanlarına inanmaya hazırdım, benimkiler gerçek olsalar da ağırlardı ve taşıması zor, buna rağmen iştahları kabartan bir çekiciliği var benciliğin. Tutku varsa göz yumulur bazen. Ama olgunlaşmış tutkunun hali işte bu dervişlik, bu ebelik bu sınırsız hoşgörünün zırt dediği bir yer var; sahiplenmenin çocuksuluğundaki ilkelliğe yakılan ışıklar, bir zehri tüm bedene yayan bir nöro iletken bu ışıklar, bu vasat kokulu batıni tutkunun tütsüsü. Kurutulmadan yakmaya çalışılan bir çiğ oluşun acı çığlığı. Yüzümü dönemem bir daha bu merhametsizliğe ne kadar istesem de dönemem ısısına bu evlerin bu ailelerin kurduğu büyük alanlarda, limanlarda ve boğazlarda kuru kuruya satılan taş ipleri, kucağıma eteğime bağlayacağım taşlarımı kat kat attığım verniğimi kurutarak başlayacağım; bu girişken ruhun bir sonu var elbette, o sonda görüşeceğiz yine, arka bahçeye açılan şah kapılar, damar damar rabıtaların şimdi bir kapıya dönüşmüşlükleri. Yok mu! Aldatıyor işte insanı. Kunduramı vurup yıkıp geçsem mi ferahına bahçenin, bahanemi kanatsam parmağımın ucuyla kandan çizip deseni. Neyin içinden nasıl çıktığımı görebilecek misiniz siz. Ya da yaşadığım her bir ağır öykünün mimarının ben olduğuma karar verip ne halim varsa görmem gerektiğine mi hükmedeceksiniz. Birçok şeyin, olan ve bitenlerin de, kaderin de kendine ait bir dinamiği olduğunu ve benim ne yaparsam yapayım sadece hayranlıkla izleyip besleyebileceğim kadar sevginin ve bu bana ait olanların etkileri dışında hiçbir şeye dokunamayacağımı, bilinçli bir tercihten, yaşamın bana sunacaklarının aslında çok dışında olduğunu anlayabilecek misiniz. Herkes gibi bir deneyimden ibaretim ben. Dünyayı görebildiğim her noktadan durup görmekten ve izlemekten başka elimden gelebileceklere baktığımda; yalnızca bir insana duyulan sevginin ve tüm gücümle harcayacağım bir emeğin dışında yapabileceklerimin neler olduğuna baktığımda; elimdeki tek ilahi gücün yukarıda bahsettiklerim dışında hiçbir yerden gelmeyeceğinin farkına varıyorum. Öyleyse ben ve dostlarım, bugüne kadar sadece beni tanımakla yükümlü bir liderliğini yapmadığım tebanın belki de söyleyeceklerime kulak vermesini umut edebiliyorum. Yalnızca sesimi dinlemelerini ya da yazıklarımı okumalarını hayal edebiliyorum. Nasıl var olabildiğimle ilgili onay beklemiyorum hiç. Kendime yapmam gereken yatırımların hiçbir yerinden bir kazanç sekansı ummuyorum bu hayattan. Duygulanımım çok basit bir düzeyde etten ve kemikten oluşuyor. Evet bu kadar basit ve elle tutulabilir benim rüyalarım. Bir çift gizemli göz, altında onları taşıyan güçlü ve heybetli bacakların beni ezip un ufak edecek kadar hissizleşebilen bir deve ait, her bir noktasını öpüp koklamadan geçmeyeceğim bir insan bedeni bütün hepsi, bu ilahiyatın sığabildiği ilim ve irfan kuşağı.

Demirden Korkan Tren

(Fanzin) 

KORKU1_edited.jpg
KORKU3_edited.jpg
KORKU2_edited.jpg
damientatooo.jpg
damienn yazı_edited_edited.png
damienpic.jpg
damienpic.jpg
IMG_4176.jpg
babamveben.jpg
babalarveogullar_edited_edited.jpg

SAAT YÖNÜNDE DÖNEREK ANI YAKALAMAK

saatyönü2_edited.jpg
dedemveportmantosu.jpg
IMG_4181 (1).jpg
0_edited.jpg
vssson.jpg
ahlakve duygu.jpg
IMG_1812.jpg
IMG_1081.jpg

YAPAYLIĞI BENZERSİZ CEMİYET, ÇANTA FEMİNİZMİ VE GURUR DUYULASU GÜMÜŞ KAŞIKLA DOĞAN FUCKER SANATÇI DOSTLARI

Çok önce bir süreliğine birbirimizi çok sevdiğimiz bir sevgilim ile bir arkadaşımızın evinde misafir kalmıştık. Keyifli mekandı ay hatırlayamadım meşhur Vakko bir kanepesi mi ne vardı ama yarısı yerde yarısı göğdeydi dolyasıyla sadece yere minder atar eski pahallı ve çöp olmuş o mobilyaya bakarken ikimizde şunu diyecek tiplerizdir hani olsa param gani gene de vermem tasarlarım be mobilyamı kendimin kılarım. Neyse biz küçük burjuva ailesi işçi olsun beyaz yakalı çocuğu olsun biraz dinlenmesi ve dinlemesi de aynı dikatte insanlar olursak kimseyi sınıflara ayırmaktan, bir şey örenemeyeceğimiz kimse olmadığına inanmış aktivitesi yormayan ve özgürlük alanını yozlaşma dışına çıkarmayı öğrenmiş insanlarsak da size bir şey söyleyim sadece latin Amerikan antolojisi bile okumuş olsanız o güne kadar ki bence edebiyat okudum demek için yeterlidir bile, sizi yoklamaya, kulak dolgunu aileden palazlı ispatlı etiketli ve sınırsız imkanlara sahip olmanın kendine ait bir doğal figür ve devinim kolajı oluşturma gereksiminde olduğunu unutmuş çöpten ibaret olduğunu henüz öğrenmemiş çiğ insanlar size hayran kalacaktır. Sonradan görmelikten bahsetmiyorum ama depsotluk travmasından ya da sevgi alıp vermeyi öğrenmemiş olmaktan ve yaşamın babalarının yaptığı gibi durmadan yarışmak olduğuna inanıyor olabilirler. Daily talkın dışında bildiklerini tükürükler saçarak anlatmasına ve bu boşalmaya mutlaka izin verin. Gözünüzü kırpmadan dikkatle dinleyrek arada başınızı hafifçe sallamanız yeter. Nabzını okşamaya kalkmayın. Etraflarında bir yalaka ordusuyla dolaştıklarından bu ucuzlardan onlarda bolca var. Kurduğu iskelet neyse öyküsünde yapıcı küçük nüveler yerştirip birkaç kelimeyle çekilin. Unutmayın arkadaşlar; sınırları burjuvazinin ezikliği arkadaşlar ne varoştakilerin ezikliğine benzer ne de başka bir aşağılık kompleksine. Mesela bırakın feminist arkadaşınız ve o güçlü karizmatik birçok işler başarmış kadın bırakın bu insanlara doğum günlerinde falan “Benim fucker arkadaşım diye methedebilsin yani” Yani bir feminist aktivistin zengin ve yakışıklı ama peltek arkadaşı sizin için önemli bir insanın ona fucker demesinden hoşlanabilir. Onunla evlenmek istediğini söyleyen sarışın ince bir kız cağız gelip oturuyor yanıma sevgilisymiş beyin meğer. Çocuk istiyor diyor (Elbette babişko dede olmak istiyor ve annecik torun sevmek) Ama benimle evlenmiyor. Tabi bu Anadolu zengini kurnazlığı eksik olmayan madenci ailesinin kızın ailesine bakıdığında kuvvetle muhtemel en fazla akademisyen bir aile olduğundan asla ve asla feodal yapılarının içine bir kadını sormak istemiyorlar. Gerek yok artık evlenmeye artık diyor bey o işler eskide kaldı. Tam aile kurumu kapitalizmin en küçük yapısıdır zaten gibi ezbere ve boş beleş bir solcu saltosu geleceğini hissedip herksin üzerinde kalkıp sigaramı yakarken şöyle diyorum. “Kadınlar güvence isterler bilirsin diyorum” Ne desin Fucker “Güvence benim” diyor Dönüyorum Senin fucker güvence benim diyor ne diyorsun bu işe diyorum. Beni duymazlıktan geliyor ortamdan sıkıldığımın ve ağzından çıkanın beni şaşırtmış olabileceğinin bile farkına varmamış olduğuna şaşırıyorum İşte her şey bu kadar hızlı değişiyor ve kabul ettiğimiz değerler savunduklarımız bile sadece birer pazarlama aygıtları. Buna ideolojiler de dahil. Bir klanın içimde olmak, bolca benimsenip haklı bulunmak da insana yakın ideolojilere değer katıyor. Çünkü dehşetli bir sahteliğe bürünmüş politik doğruların kurmaya başladığı ve herkesi ve her olguyu birden bire şeytanlaştırıp sonsuza kadar yok edecek doneler kazanacak yeteneklere de giderek daha çok sahip oluyoruz. Açık kalpli birinin ve dürüst yani ne kendi hikayesinde ne de dünyayla ilişkisinde örneğin önemli yaşamsal yeterlilikler şunlardır. Düşmek, utanç içinde kalmak, değersizleşmiş hissetmek bazen bazen bazı duyguların bir zamanlar seni dünyanın tahtına oturtmuş olana bir daha geri dönmeyeceğini kabullenip herhangi bir potansiyelle öne çıkıp kabullenilmenin başka fetihlerle; o üzüldüklerine bir şeyler de anlatamamış olmanın hiçbir öneminin olmadığını. Çünkü başkaları olacağı zaman, bir cemiyet örneğin, her insan bana sorarsanız kumaşının ait olduğu zamana uygun ve prototip doğmuyor. Bazılarımız sadece bu öğrenip ezberleyip sana da bir çok şey vaad eden işlerin uzmanlığına soyunmayı ve bunun bir hayet gayesi gibi görüp. Dünyanın kabul edebileceği anlamda bir başarıyı sağladığında ancak bu kalabalığın bir parçası gibi hissetmeyi sevebilecekken. Kendi kendini keşfetmeyi düşüp kalkıp ölü dirilip sevip kızıp ama kimseye kıyamayıp gördüğü zararın telafisini hakkı olan istemeyi bile kendi var oluşuna yabancı bir yapay format olduğunu sezgileriyle anlıyor. Bunu sanatlarına devinimlerine yansıttıklarına yalnızlaşacaklarını anlıyorlar ama kalabalığın ve bizden maksimum potansiyel bekleyen eş devlet komutan sevgili patron ana baba kim varsa bunu seni kendi ideallerinde görmek istedikleri sen olduğun için istiyorlar. Bunlara ulaştığında mutlu olacağını ve daha iyi ve nitelikli olacağını yürekten istedikleri benim en iyi olmam için değil. Eğer servisime ve sevgime sahip olacaklarsa bunun en iyisini sadece bende aramak da önemli değil bu ilişkiler için. Kafalarındaki plastik yapay kriterlere yaklaşabilecek güçte başka bir aday hemen yerini alabilir hem de tasasızca. Bırakıyorum…. Çünkü birini sevmek ve kurduğun birliğin bağın gücü bir gün senin de onun da birbirnizden uzaklaşıp bir zaman yürekten inanmış olduğun asıl insanına birden bire ve hızla bu kadar yabancılaşabilmek ancak bu çağda böyle bir hıza sahip. Çok özel sandığınız şeyler bile sizin biçtiğiniz ortaklık bağı erirken öylesine önemsizleşmeye başlıyor ki. Bir insana duyulan sonsuz inanç ve değerlerin o sizi sarsan eşsiz momentumu hayranlıkla izleye dalıp sonuz bir komfora sahip olduğunuza inandığınız evinizi ve kalbinizi inşa eden her bir çaba ve acı ve tatlı şeylerim tümü. Bir boşluğa bırakıveriyor yerini. Otobüsle gelirken bir kibar görmüş genç hoş bir adam olan çok ölçülü bir otobüs muaviniyle tanıştım. Ön koltukta güzelce genç bir kız vardı onu Zonguldakta bıraktık. Valizini almış giderken muavine dönüp şirin şirin sabahın 5inde iyi akşamlar görüşürüz dedi. Ben de dönüp iyi akşamlara ayrı güldüm ama görüşürüze ayrı güldüm dedim. Küçük daha dedi evet dedim küçük zaten daha sert bir kadın egosu yerleşmemiş çocuksuydu. Abi dedi ne küçüğüyle işim olur ne büyüğüyle dedi. Birden kalakaldım ama aklımdan gay olduğu falan geçmedi. İnancını yitirmişliğini anladım. Büyük bir aşkın kaybının bu tutuma neden olduğunu. Bu kadar genç yaşında hoş ve düzgün bir adamın hayatına çıkabilecek ve güzel şeyler yaşayabileceği kadınlar olduğuna inancını yitirmiş olması bana bu yeryüzünde birini dürüstçe, mertçe, hayatının yoldaşı yapabileceği ve birlikte el ele tutuşup yeryüzüne veda etmenin bu kadar seni bilen her şeyinle sevmiş her şeyinle görmüş bir insanla yaşama şansına kimsenin sahip olamayacağını, hepimizin yalnız başımıza Gözümüzde vr gözlükleri sinir uçlarımıza gönderilen rahatlatıcı yapay sinyallere korkumuz ve acımız azalsın diye mecbur kalacağımız o üstüste binmiş pahalı teknolojinin insanın insanını elinden aldığını izleyeceğiz: ve biliyor musunuz. Kimse bunun acı bir kayıp olduğunu bile aklına getirmeyecek.

satan.jpg

Artık bende oratalama bir Amerikalı gibi bebek kanı içen okültlere inanıyorum

Şu hızla mükemmelleşen teknoloji ve AI nın şu köhne kurumların ve ilkel sosyal sistemin bir adım ileri gittiği yok para bile bilgiye dönüşmeye başlamışken bu insan doğasının açması beklenirken çürümesi yüzünden bu teknolojiyle uyumlanacak bir erdemi sağlayamıyor bu ilerlemenin eşiğinde devrimini evrimini gerçekleştirip Marx öğrendiği kadar kozmoloji öğrenip sermayeyi silaha ve savaşa gömmeye tercih ermezse ancak bundan faydalanacak bir dünya var yoksa madmax hem de fury road bunu işleyenlerin ben artık ne fundamentalist ne oligarşik ne faşist falan olduklarını düşünüyorum. Bunlar resmen satanist.

Kırkını Aşan Doğumgünleri

Doğumgünümdü..babam AAnın dış haberler muhabiriydi o zamanlar. 86 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam. O yaşlarda bir çocuğun doğumgünlerinden beklentisi yüksek olabiliyor. Babam sürpriz olarak beni meclise götürmeyi planlamış. Dünyanın farklı memleketlerinden bir dünya çocuk mecliste. Kimseleri de davet edip evde pastalı kekli bir şey planlamamışlar haliyle. Benimde bu fikri seveceğimi düşünmüşler. Fikir bana söylendiğinde hayal kırıklığına uğramıştım. Ben hediye paketi açmak, mum üflemek ve gırtlağıma kadar şekere boğulmak istiyordum sanırım. Hayal kırıklığına uğramam babamı bir ikna seansına sokmuştu. O da hayal kırıklığı içindeydi. O koyu anıyı dünmüş gibi hatırlıyorum. Babamı hayal kırıklığına uğratmak beni daha da çok üzmüştü. Nihayetinde kapıyı çekip giderken peşinden ağlamış, fikrimi değiştirmiş onunla gitmek istemiştim ama çok geçti artık. Babam merdivenlerden inip kayboldu. Zaten eve çok az uğrayan babamla bu fırsatı kaybetmiştim. Aradan nerdeyse 40 yıl geçmiş. Bugün 45 yaşıma giriyorum. 51 yaşında ölen babamla aramızda ölüme sadece 6 yıl var. Her ne kadar zaman ve mekan patlamış olsa da geride kalan, tarihe gömülen ve bir zaman uğrunda dünyaları verecek kadar çok umur edilen bir sürü tanış , akraba ve aile fertleri artık birer yabancıya dönüşmüş olsalar da yaşamı yarılayan hatta belki de geçen biri olarak doğum günleri benim için buruk günlerdir. Yaşamdan beklenenlerin, bir ferrari sahibi olmanın ve herkesin hayalinde biriken beklentilerin gerçekle yüzleştiği günlerdir doğum günleri. Özellikle 40+ ların farkına varacakları varlıkla yokluk arasındaki fark çıkar ortaya. Yaşam yeterki bir işkenceye dönüşmesin. İlerisi bir teferruattan ibaret sadece. 23 Nisan kutlu olsun Ekim! Bak bütün dünya çocukları toplanmış senin doğumgününü kutluyor!

Şeker bayramı'mı ben banknot alayım dede

Maneviyat güdümlü bayramlar arasında şeker temalı tek bayramıdır çocukluğumun şeker bayramı! Gürcü Ortodoks genetiğinden olacak Ramazan boyunca dedemin iftarını rakıyla açtığı dönemler. Bahçelievler 7. Caddeye komşu o zamanlar 19. Sokakta olan babaannemlerin evi çok eski mobilyalarıyla fakir babaannemin kafasını çıkarmadığı fakirhanesiydi. Öyle derdi kendine babaanne diye seslenirsem, “fakir ana, garip ana” her nefes alıp verişinde bir zikir çeker gibi söylerdi bunu. 7 yaşında hafız olmuş bir zihni evveldi hafız Ayşe Furtun. Etrafına Reşad altınlarıyla bir halka ördürmüştü babacığı. 8 kızkardeşten dördünü tanıdım. Diğer dördü çocuk ya da bebekken ayrılmışlar dünyadan. Nenelerinin herkesten gizlediği bir Bodrum katı sumağı olduğu rivayet edilir. belli zamanlarda gözlerden uzak göğsümde gizlediği haçını çıkarıp bodrumun karanlığında bir mum yakar ve dizlerinin üzerinde dua ettiği anlatılagelir. Ermeni kökenli bir genç hafızdı yani benim babaannem. Dedemin Ankara’da bir kumarhane sahibi olduğunu sonradan öğrendim, bir merhum olduğundan çok çok sonra. Bahanemde kaldığım haftasonları geceleri dedemin kulüpten dönmesini beklerdim. Sabah rahatsız etmeden geceden hafta sonu harçlığını koparmak olurdu derdim. Gerçi babaannem dedemi uyandırmaya çekinen beni tatlı bir kurnazlıkla manupile eder “git uyandır hergeleyi harçlığını iste” derdi. Sekiz köşeli şapkasını, Burberry pardesüsünü alır portmantoya asar,O gece ütülmemiş olduğunu umardım. Kumarhane sahibi hiç kaybeder mi? Benim dedem ederdi. Terso geceyse, “durumum nazik oğlum” derdi. hafta sonu azla yetineceğimi öğrendikten sonra Hayal kırıklığı içinde, 7. Cadde atari salonunda 3-5 jetonu mortal kombata nasıl yetireceğimi ya da cerenle buluşacaksak 1. Caddedeki ilk yerel fastfoodlardan Üsküplü de ona nasıl kola ve sosisli ısmarlayacağımı geceden kara kara düşünmeye başlar, uyku gözüme girmezdi. Böyle geceler genellikle sabahlardım ve bir şekilde babama ulaşıp bu eksik harçlığı nasıl tamamlayacağımın hesaplarını yapardım.
Harçlık mesellerine bir girizgâh yapayım istedim ama harçlığın en hası şeker bayramına saklanırdı. Banknotlar ceplerimizden taşar, gırtlağımıza kadar kola hamburger dondurma çekirdek, çekirge sürüsü gibi önümüze ne gelirse alır ve mideye indirirdik. Şeker baylamlarında atari salonları yaygınlaşmadan evvel mide fesadı garantiydi. Allahtan 8 bit icat oldu da canımızı kurtardık.
Bir de bahçeliye bayramlarda bebe tokatlamaya Balgat gibi semtlerden gelen başka bebeler olurdu. “ La bebe! “ Fransızca gibi durdu değil mi? Hiç de değil tabi. Balgat bebesinin tokadını yemediysen henüz bahçeli bebesi sayılmazsın. Sonraları 19. Sokağa merkez dojosu kurulunca cesaretimiz azıcık daha yerine geldi. Hepimiz yazıldık tabi.
Bayramlarda dedem en geç bir buçukta bahçeliden gönç palas hamamına doğru yolunu tutmuş olurdu. Yukanıp paklanıp masajını olup bayram gecesine doğru akmak için. Memur Anne babalar Bilkent tarafındaki müstakil marjinal entel muhabbetine doğru uzar, biz tepeden tırnağa erkek kuzen ordusuyla bahanemle başbaşa kalırdık! Ne mübarek kadındır Hafız Ayşe Furtun! Aileler ortak olsun diye yapılmış bir görücü usulü evliliğin üzerine merkez sağ siyasetinin namlı vekillerinden biri olmayı başaran ele avuca sığmayan bir eş ve 3 azgın erkek torun. Bebe! 80 yaşında kadın s peşimizde koşar dururdu. Sabaha kadar tüm dolapları, mutfağı, sandıkları talan eder, fındık zulalarını patlatır, dedemin kıyafetlerini giyer giyer atar, her gün sayısı artan bin tane kravatın içinden en pahalısına zarar verecekmiş gibi yaparak birbirimizi korkutur, kokuları sıkar, kılıç dövüş, yastık savaşı, hatta abartmayım ama uzun parlament kartonlarımdan açık varsa çalar içerdik bile. En son banyoya girip suyla muyla oynarken babanemi sakinleşmek ve durumu idare edip tahammül edebilmek için suya kolonya damlatıp içerken bir kaç kere gördüğüm oldu da, dedemin zula viskilerinden kadıncağıza bir yudum vermek nasıl aklıma gelmedi hayret ediyorum kendime! Erkek bebeler çok bencil olur bencilliğinde ötesinde tam pataklamalık bir şımarıklık içinde arsız yüzsüz sümükler gibidirler. . Kutu kutu panaljinleri vardı bir de babaannemin. Ömründe sigara içmemişti ama ciddi bir bronşiyel astım hastasıydı. Nefes alıp verişini hep duyardınız. TRT de Babanemin kahramanı ilerici Müslüman “Yaşar Nuri Öztürk” beyi ya da varsa fasıldan sonra izleyecek bir şeyi kalmaz yatağına giderdi. Böyleydi bayramlar işte fazla detaya girmeden az çok böyleydi hafta sonlarından çok farkı yoktu harçlık ve Kapı yoğunluğu farklıydı sadece. Genellikle , ailemize ait varlığı büyüklerimiz aileleriyle değil de elalemle yemeyi tercih etti. Olsun. Canları sağolsun. Genleri yeter.

1998-19 Yaş Beyoğlu Günlükleri

6 Ocak Cihangir Havyar Sokağı

Yaptığım her işi yarım bırakmak gibi bir huyum olduğunu benim kadar çevremdekiler de bilir. Okula devamlılık, film projeleri ve alınan sağlıklı kararlar. Hep ne uğruna olduğu fark edilmeden terk edilirler. Her ne kadar radeli olmaya çaluısam da düşünüyorum, hayatın niye iradi olmadığını. Hayat benim iradem dışında gelişmekte ise benim iradeli olmamın ne faydası var. Çevremden bitmez tükenmez bir biçimde etkileniyorum. Belki yalnuz ben değilimdir bu kadar etki altında kalan. Etraftan aldığım numuneleri her bir kıayfete ve maskeye uyum sağlamaya çalşırken kendimden geçtiğim çok oldu. Sabahları gözümü açtığımda hiç yerimden kalkmadan yenidem uyuyabilmeyi seviyorum. Yarı uyanık oluyorum  ve onları dinleyip rüyalarıma ekliyorum. Rüyalarımdan mahsur kalmayı düşünemiyorum bile kabus bile olsalar hayat kadar gerçekler ve gerçek üstü bir hayat bahşediyorlar. Yaşamın yarısını nerdedeyse bu sihirli olgu kaplıyor. 

Tekrarlanan düz ayak ritmik şeyleri seviyorum bu konuda hiç de yalnız olduğumu sanmam bwnim gibi eminimki bir çoğu var. Dans, birlikte eyleme geçtiğinde kur yapmak ve biraz da ritme sağladığın uyumlu beden kendine duyduğun sonsuz güvenle birleştiğinde ve kimseyi umursamadığında büyük bir haz aracına dönüşüveriyor. 

Heyecan! Herkesin farrklı heyecanları olduğu söylense de bence insanların heyecanları ortaktır. O kadar çok heyecan mekanizması var ki saymakla biteceğini sanmam. Basit heyecanlardan bahsetmiyorum bunlara sıradan insanlarda sahip ama sıtradan insanlara karşı biz dış kapının dış mandalları onların  basit heyecanlarına da ortağız. Sex gibi, hız yapmak gibi, ekstrem sporlar gibi, uyuşturucular gibi şeylerin sıradan haz otraklarıyız. Bize ait orta sınıf burjuvalarınsa yalnızca kendilerine has haz odakları var. Örneğin bir şeyleri ve kendinin farkında olup bu konularda ve etraflarında dolaşıp zengin kelime hazneli cğmleler kurmak,  Sadece bugün için yaşıyor ve nefes alıyor olmaktan, sadece yaşamaktan, Görünmez olsa da tüm by haz mekanizmasının bir tehlikesi var. Çok bilip çok konuşup ukala ve üsttenci izlenimi yaratmak, hız ve sex gibi şeyleri ne kadar iyi becerdiğini anlatıp bununla övünmenün basitliği. Hazzın düzenli bir biçime ona ulaşmak için yol ve yöntemler keşfederek daha fazlasıana ulaşmanın yollarını keşfetmenin ucunda belli belirsiz bir uçuru var. Zevk aldığın her şeye her gün ulaşma şamsın varsa seni heyecanlandıracak fazla bir şe kalmıyor yaşamda. Ona nadirwn kavuşulmalı ya da tam zamanında taşı gediğine ottırtmalı ki  bu anların bir anlamı olsun.Müzik ve dans gibi tutkular bu türden heyacan tehlikelerini barındırmıyor. Yeter ki her yeni çıkan albimin peşimde koşturan bir alış veriş bağımlısı olunmayıversin. Ya da kapı gıcrtısına da göbekk atmayıverilsin. Heyecanlar konusunda seçici olunmalı ve bir hırsa gğdğmlü hale gelememeliler. Yoksa sonunda bağımlılık deseni yatıyor. Ama bakınız neler diyor CJ  Jung gibi Freud gibi efendiler. İnsan bedemimnin bir tapınak değil bie haz aracı olduğunu çoktamn keşfetmiş ve bunu çeşitli ahlaksızlıkları göze alarak da yapmaktan çekinmiyorlar. İ"nsan için en büyük tehlike kendisidir"Heyecan verici şeyleri elimizden kaçıracakmış gibi yaşıyoruz. Bu da bizi galina kendi gerçek özümüzden fazlsıyla uzaklarda bşr yerlere fıtrlarıyor. Tükenmeyecek şeylere açlığımızı bastırmak için değil de sonsuz bir beasalenmenin kaynağını yaratabilmenin yollarını aramakla geçmiş tüm insan verimi ve ilmi. 

10 Ocak Cihangir Havyar SokağI 

Tükenmek, tüketmek,tüketilmek ve buna göz yummak ve sonunda körelip tükenmek ve yok olmakla doğru orantılı. Tüketilen yerine konacak yeni bi şey olmadıkça tükettğin ölçüde tükenirsin. Yniyaşadığın dümya ve sana sunduğu bitmez tükenmez materyal sen tükettikçe yaşadığın süre boyunca tükenmeyebilir. Ancak sonu gelmeyen bir tüketimin içindeysen ve tüketecek yenhi şeyler arıyorsan belki farkına varabilirsin sana hiçbir şeyin yetmeyeceğini. Ira sıra gelen partnerlerin ve bu iletişimin de saba yetmeyeceğini.Ve ikili ilişkilerden vazgeçileceği zamanda gelecek. İnsan insnaın ne yurdu ne de kurdu olduğu zamanlar. İki kişi bir araya geldiğinde yalnızca bir düellodan söz edilebilecek. Kainatın sonsuzluğuna güvenip iletişim kurabileceği yeni akıllı ırklar bulmaya çalışmak ve buna yapılan yatırım kadar büyük bir boş iş yok. Buna benzer sınsuz boş işler ve yatırımlar aslında asıl sonsuz olan şeyin insanın iştahı olduğunu kanıtlıyor.  

11 Ocak Cihangir Havyar Sokağı

İyi kokmak bazen bütün sorun budur. Kendi kokumu duyduğumda eğer iyi kokmadığıma karar verirsem buna pek aldırış etmem ve bir süre sonra bunu önemsemiyor olmaktan rahatsızlık duyarım. Az önce kendime ekmek arası zeytin ezmesi ve acını acı bir biber sosunu yedikten sonra içtiğim sigaranın kokusununda ellerime sinmiş olmasına pek gerilmem de pek işe yaramadı ellerimin lokusunu en az duyabileceğim şekilde yudumladım çayımı. Bunları ufak ve önemsşz şeyler olarak görüyorum ve bu kadar önemsenmesine bir anlam vermeye çalışıyorum. Bu işler iki arada bir derede olmuyor ya herro ya merro ya kokudan rahatsız olmayacaksın ya da her gün sağlamca bir banyo yapıp dokunduğun her şeyim ardından suya sabuna saldırıp gönlünü ferah tutmanın ayrı bşr yöntemini bulacaksın. Misler gibi kokup da pahalı parfümlere yatırıö yapmamın da bana iyi hisettirmeyeceğini söylemiyorum elbette. Şu anda radyoda remix bir Dub çalıyor modernize edilmiş reggae Bu türün şarkularının bana hepsi aynı geliyor. Hiç birinin kendine has bir kimlği yok sanki. Bu devirde reggea dinlemek bu devşrde eroin  kullanmak gibi bir şey. DJ parçanın içinde zevzeklik etmeye başlayınca aksanından OSman OSman olduğunu anlıyorum.hoşuma gitmryr başlıyor çal aslınım benim çal. 

13 Ocak Cihangir Havyar Sokağı

"Kimi felsefecilerin ısrarla söylediği gibi sonunda evrdende yalnız olduğumuzu çevremizkei her şeyin ya da kötü bir ruhun gözlerimizin öünde oynattığı bir film oynattığını düşüneceğiz " 

                                                                                                                                                             Umbert Eco 

Not: (13.08.24) Simülasyon teorisi için quantum fiziği o zamanlar bu kadar yol almış mıdır emin değilim ama Umberto Eco'nun hwr zaman isabetli öngörüleri olan bir entelektüel olduğunu düşünmüşümdür. 

Üzerine derinlemesine düşünülmesi gereken bir cümle bu. Tanrı ya da kötü bir ruh hiç farketmiyoır. Zaten bizi eğlencesine yarattığını kuranın başlangıcında ayıp olmasın diye üstü kapalı birbiçimde ifade etmiyor değil. 

-Şöyle konuşma diyorum sana!  Kendin gibi konul!  Ağzından sama sapan sesler çıkararak kamburunu çıkararak bir soytarı gibi konuşma benimle! 

Çocukcağız ne ne söyleyeceğini bilemedi. Karşısındaki Junkie'nin yapay özgüvenine gizli bir hayranlık besliyor, onun deli saçması eylemlerini giyinip kuşanıyordu. Bu kafası iyi Junkie'nin karşısında o kadar aciz ve güçsüzdü ki çünkü Junkie söylediklerinden emin ve kendiliğinden kaygısız bir özgürlük hissindeydi. Tertemiz bir genç erkek çocuğundan daha güçlü ve parlak görünüypordu. Öyleudi de ama öyle olmasa dabu zorbalığın daha azına şükredebilirdi.  

-Şimdi söylediklerimi tek tek atlamadan yaz; yaz.; Ben gerizekalıyım. Bunu 10 kere yaz. Başkalarını çok kıskanıyorum. Ben bir salağım. Yazoıyor musun? 

-Yazıyorum

Bu bir junkie'nin alçıdan maya maskesi yaparken atölyesine yanında getirdiği genç adama yaptığı büyük zorbalık, aşağılama. İster inanın ister inanmayın bunlara şahit oldum. Hatta bu zorbalıktan ne kadar keyif sldığını görüp bir kaç paragraf da ben yazdırdım. Bu aciz evlatçık bizde bir tür gizem buluyor, koşulsuz özgüven ve yüksek egonun sahipliğine kavuşabilmenin yolunun bizden geçtiğine inanmışa benziyordu. Yanımızdan ayrılmaya da hiç niyeti yoktu. Onu Mc Donalds'a yollayıp iki menü alıp gelmesini buyurduk. Yolda gidip gelirken de yazıklarını ezberlelemsini istedik. Buyruklarımız harfiyenn uyguladı. Koray (Junkie) Hiç bozuntuya vermişyor öyle doğal oynuyordu ki. En ufak bir fire vermiyor zorbalıkta sınır tanımıyordu. 

Not: (13.08.24)  Bu insan köleleştirme sanatını şimdi şimdi tahmin ediyorum ona bir kaç kere eroinin tadına baktırmış ve zavallı çocuk bu beklenti içinde ne yapılmasını isterse yapmak zorunda hissediyordu kendini. Tanrım gerçek bir kötülüktü bu. 

Bu safitirk oğlan salak olduğunu ve Koray tarafından eğitilmesi gerektiğine ikna olmuştu. Onun karşısında çok güçsüzdü ama bu kadar aciz olmasının aebebini şimdi anlayabiliyorum. Bir umut Koray ona çıkarıp H' vermesini umut ediyor bunun içinse kendisinden ne istenirse gık demeden yapıyordu. 

15 Ocak pazartesi Beyoğlu Atlas Pasajı

Atlas Pasajı MOD'un önündeyim Deniz Pınar SKA çalıyor dinliyorum. Özge'ye geçen pazartesi olanlardan bahsettim. Bana kızdı, yaptığımız şeyin gereksizvahşice bir zorbalık olduğunu söyledi. Benden köfte ekmek almamı istedi bir süre dirensem de kabul ettim çümkü yanımda soy8uunmaya başladı. Ona ilgi duymuyordum. Üstelik sevdiğim bir arkadaşımın tukusuydu ve üçümüz aynı evi paylaşıyor bense kira ödemiyordum. Özgeyle yatmam gerekiyordu en azından aynı şişme yatakta.Yine de sağolsun beni hiç taciz etmedi.  

Not: (13.08.24)  Sinyal çok yaptım, çekici bir herif olmam orospu olmamı kolaylaştırıyordu ama etkilenmediğim biryile omak bana imkansız geliyordu Hiç yapmadım değil ilerleyen yaşlarımda varlık için bedenimi paylaşmak zorunda kaldığım zamanlar oldu ama fazla sürmedi bu tğr ilişkiler. Bir noktada çileden çıkıyordum. 

Bir süre sonra dükkana iki kişi geldi ellerinde Velvet Uderground plağı vardı şu Andy Warhol prodüksiyonu olan Muz desenli Long Play. Dükkandaki 70'lerden kalma beyaz futuristik retro plakçalara plağı yerleştirdik. Bu deneysel countrycilerden haz etmiyordum bence fazla sıradandı: Velvet Underground'u çok sonraları sevdim.  

17 Ocak Cihangir Havyar Sokağı 

Besbelli sağlam bir direngiye dayanarak kayarak sayarak numaraları ilk gördüğüm deliğe debeleniyorum. olduğu gibi gözükse de sindirim sistemimi taşlıyor sinirlerimi köreltiyor, tüm damarları boşaltıyorum bir kasap inceliğinde. Onları kandan arındırıyor dışarı çıkarıp havalandırmak için sabırsızlanıyorum. Adalet bakanı direniyor. Hukuk dersi  vermeyşi ıkıntı sıkıntıı kusmukla kınadı. Beni seviyor hem de çok. Kendisi Deccal memuru. Yeni yıkanmış sabahlığıyla öğle yemeğini tiksinçleştiriyor. Saygıdsa kusur yok Sol gözü kör olanların tarikatı törene çağırıyor. atıl, takıl. Elekten geçemiyor sığamıyorum.  

20 Ocak Cihangir Havyar Sokağı 

Uzun zamandır yazmaya ara vermiştim ama Koray sebep oldu. Yazdıklarımın beş para etmez olduğunu, benden tiksindiğini söyledi. Hayatında Test kitabından başka kitap kapağı kaldırmamış bu rezil junkie'nin beni incitmesine izin verdim. Yaptığı kendi ilgisi olmayan bir konunda bana zorbalık yapıp uyuzunu kaşımıştı. Babamın  şık cesaretlendirmesimden sonra yenidenm yazmaya başladım. Hiç birmiz Koray'ı neden sevdiğimizi beş para etmeyen nadan bir junkie olmasına rağmen neden onu önemsediğimizi bilmiyorum. Galiba cesaretine hayrandık. Onun kadar kaygısız ve özgür olamıyorduk hiç birmiz aşamadığımız aşmak istemediğimiz bir korkuyu o aşmış hepimizden cesur ilan edilmişti. Kaygısızlık ve bu kayıtsızlık karşısında galiba kendimizi güçsüz hissettik. Baş dönmesi bedenin ve duygukarın hissizleşip körelmwsi , hastalık, vaatler uyarılar, cinsellik ve hepsine her şeye topyekün kayıtsızlık, ödülün kimyasının bir çay kaşığında sağlanması. İtiraf etnelyim ki benim tejk ilacım çokça beğenilmek ve methedilmek işte buna kayıtsız kalamam. Kaygılaeımsa bir dizi latifeden sonra sona eriyor. Garip mi? Bir garip olmak kimsenin anlamlandıramadığı tanıdık bir yere yerleştiremediği biri olmak , Yalnzılığı kabullenmenin yarattığı derin korku.İşte gariplik bu.  

21 Ocak Cihangir Havyar Sokağı 

Daha az kesinlikte cümleler kurmakta fayda var ya da olmalı. Oralarda bir yerlerde durmalı. Neresi olduğu pek fark etmiyor. Yeter ki orayı sen seçmiş sen beğenmiş ol.  Çıldırmamayı garanti edemiyorum. Ya da deli diye çağırılmayı. Ne diye çağırılmalıyım peki ben "Hey" en iyisi ve en yeterli olanı bu Hey"Kendime mitolojik karakterlerinden bir isim seçebilirim. Ya da kzılderili işsimleri sözlüğünden. Kendime yakıştırmalar yapabilirdim. Var olmaya gerek olmadığını söylüyorum. Ve buna kayıtsızlık boşvermişlik dersem yine başa döneceğmden korkuyorum. Tekrar kayıtsızlıktan bahsetmemeliyim.  

22 Ocak Cihangir Havyar sokağı

Sivrisneklerim ömrü diğer sineklerden uzundur ve sıcak hava akımlarına kapılarak sıcak diyarlara göç ederler. Benim odamda yazdan kalma kapalı kalmış bir sivri vardı. Göçü kaçırmış odamdan çıkamamış ve yalnız kalmıştı. Adını sivri selim koydum. Geceleri vızıldayarak beslenemeye gelirdi kolumu yorgandan dışarı çıkarıp beslerdim, Nisan ayına doğru kayboldu. Sivri sinekten pet olamaz mı elbette olur hem de kanınızla besleniyor.

9 Haziran Kadıköy Barlar Sokağı'na taşınma ertesi.

Üç günde beş tablo yaptım yani Kadıköy'e taşındıktan sonra üç gün içerisinde.Bütün parayı boyaya fırçalara yatırıyorum.Yapacak daha iyi bir şey yok gibi geliyor. Alt komşularla tanıştım. İki gündür görüşüyoruz. İlk gün anlaşabiliyor muyuz diye yoklamak içim politika ve felsefe konuştuk.Öenlerinde bir resim yaptım. Onlardan bahsetmeye üşeniyorum ama klasik Kadıköy ahalisi öğrenci tayfası işte. Oysa haklarında söyleb-necek çok şey var ama Perihan Mağden'in romanı haberci çocuk cinayetlerine daldım. Sevdiğimi ve etkilendiğimisöyleyerek yetineceğim.   

Hiç bir şeyi uzun uzadıya anlatıp betimlemek gelmiyor içimden yorgunum. Vaktim sanki sürekli boşa akıp gidiyor.Anlatacak bir hikayem yok tam anlamıyla ölü taklidi yapıyorum. Bütüm gün resim yapıpalt komşunun sksenlerden kalma 3. sınıf Atari oyunlarıyla oynadım. Yeni aldığım Porno CD 'yi defalarca izledim. Radyo'da seksenler çalıyor Bayılıyorum bunlara "Şeri şeri leydi" Anlatacak bir şey olmasa da bugün ucun bir gün oldu. Saat 8:30 ve hava daha yeni kararıyor. aptığım resimleri karşı duvara dizdim ve titizlikle uzunca seyrettim. En çok zamanımı almış olan en sevmediğiö oldu. Ellerim yaldız boyalarla kaplı. Tüm resimlere yaldız koydum. Evin ön balkonunda oturmuş yazarken içeri hırsla dalan sivri sinekleri seyediyorum. Her yeraçılmamış kutularlrla dolu. Kütüphaneye çoğu kitabı yerlerşitirebilmiş olduğum için içim biraz rahatladı. O kadar çok eşya var ki, Havyar sokağındaki üç katlı evin eşyaları hepsi burada ve aralarından geçerken bacaklarımda yaralar açılıyor. Evin içi bu kutular ve çeşitli eşya ile dolu olduğundan kendimi balkona attım. Burada huzurluyum tek derdim karnımın acıkıyor olması. Buzdolabına fare düşse başı yarılır. Babamın eve gelip beni kurtarmasına en az üç saat vardır. Gidip cebimdeki paraları buyalara yatırmamış olsaydım şimdi Burger King menğmü dişliyor olacaktım. Yemek her zaman bir prosedür ama çok açken değil işte. Acıcınacak haldeyim zaten en sevdiğim şeylerden biridir kendime acımak. Aparatmandan gelen yemek ve kızartma kokuları, tabak çanak sesleri, akşam yeeği için sogralara kuruluyor. Beni kurtaran tek şey yazıyor olmak belki birazdan düm tanıştığım alt kattaki öğrenci tayfaya seslenme cesareti bulu akşam yemek için ne planladıklarını sorma cesaretini bulurum.    

10 Haziran Kadıköy Barlar Sokağı

Dün gece karnımı alt komkşu ahalisinin evinde koca bir tabak  bol yağlı  ve salçalı makarnayla doyurum. Eve dönüp okurken çok zaman geçti uyumuşum. Sabah erken saatte evi toparlayıp temizlemeye Sabahat hanım geldi. Kapıyı ona ben çtım ve gidip uyumaya devm etim. Uyamdığımda ortalık tertemiz, ortalık derli topluydu. ve vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdıv vıdı. 

DURAN ADAMIN İLK KEŞFİ

Sıska bacaklarıma yapışmıış dar bir kot, kısa diken saçlarım , sarı camlı siyah çerçeveli düz gözlüklerim, açık toz mavi tişörtüm, topuklu yuvarlak burunlu botlarımla öylece ayakta dikiliyorum. Bakımsız görünüşüme rağmen gencim. Dudaklarım kalın hatlarım sıskalığıma rağmen bir erkeğim hatları. Şanslı sayılırım. Eevet öylece duruyorum koskoca kalabalık bir meydanda. Ne kafamı ne gözlerimi oynatıyorum. Herhangi bir kıpırdama yok. 

 

İnsanlar yolun ortasında tek başına hareketsiz durmama (aslında hiç de gerekli olmadığı halde)  Bir anlam verememiş olacaklar ki yanımdan geçerken titizlikle beni süzüyorlar. Hiç birinin ne bok yediğimi soracak cesareti yok kimisi bir deliyle özdeşleştiriyor,  sırım sırım sırıtıyorlar. Kimisi de ürkerek alabildiğine benden uzak geçmeye çalışıyor. Kimisi de yanımda durup bu anlamsız kalakalmaya eş değer bir hareket yapmamı bekliyor inatla, belki bir nara, bir karate hareketi.    

Modern Çok Katlı Binalar

Official CV

bottom of page